Şürele
Bünyamin TAN
Ağva, İstanbul
18. Yüzyıl
Dolmabahçeli Ahmed Efendi, Siyâhî mahlasıyla tanınan nüktedan bir şair olup hâmîsi Küçük Kılıç Ali Paşa ile Trabzon’a gemi ile yola revan olmuştu. Esmer bir teni vardı ve bu yüzden şiirlerinde “Siyâhî” mahlasını kullanırdı; farklı ve gizemli bir kimliği temsil ederdi bu mahlas. Ahmed Efendi’nin zarafeti ve nüktedanlığı, İstanbul’un saraylarında ve soyluların konaklarında aranan bir özellik hâline gelmişti. Güzel yazı yazma yeteneği ve müziğe olan ilgisiyle bilinen bu marifetli adam, herkesin ilgisini çeken bir kişilikti. Konuk olduğu meclislerdeki sohbetlere katılımı, o meclislere ahenk katar, insanları büyülerdi. Onun sohbetleri, kelamının gücüyle tarihî anlara dönüşürdü. Kaptanıderya Küçük Kılıç Ali Paşa, Siyâhî Ahmed Efendi’nin velinimetiydi ve onun sanata, edebiyata, ve müziğe olan ilgisiyle yakından ilgilenirdi. Ahmed Efendi’nin yeteneklerini desteklerdi.
İmparatorluğun ışıltılı hayatından uzakta, yolculuk ettiği gemideki kamarasında Trabzon vilayetinde kendisini bekleyen şeylere hazır ve nazır oturmaktaydı. Boğaz’ı geçip Trabzon’un sakin sularına doğru ilerlerlerken Yoros Kalesi’nin önünden yola revan olduklarında aniden bastıran büyük bir fırtına, bindikleri küçük gemiyi sallamaya başladı.
Gemiyi kontrol etmek artık imkansızdı ve Kaptanıderya Paşa, bu ahşap yığınını tabutları hâline gelmeden Ağva sahiline sürüklemek için büyük çaba sarf etti. En sonunda, fırtınanın hükmettiği sulardan dar bir sahil şeridi olan Ağva’ya sığınmayı başardılar. İki dost, sahilin hemen arkasındaki kırsal alanda çadır kurarak denizin tamamen yatışmasını beklemeye karar verdiler. Deniz kokusu ve rüzgârın serin esintisi çadırın içine dolarken, arkadaşlar arasındaki samimi sohbetler ve güler yüzlerle geçen saatler, yaşadıkları küçük kıyameti onlara unutturmuştu.
Siyâhî Ahmed Efendi ve gemiden birkaç tayfa, etrafı keşfetmek için bir gezintiye çıktılar. Ağva’nın ormanlarını ve tümseklerini gezerlerken, ıssız bir köşede birkaç mezarın olduğunu fark ettiler. Bu gizemli mezarlar da neyin nesiydi? Kimlerin mezarlarıydı bunlar?
Siyâhî Ahmed Efendi, bu mezarların başında bir süre sessizce durdu. Ardından “Hey biçareler! Şile kasabası buraya yakındır, ne vardı burada ölecek! Biraz dişinizi sıkıp daha şenlikli bir yerde gömülseydiniz ya! Sizi burada öteki dünyaya göç ettiren sebep neydi?” dedi. Şairin yine nüktedanlığı üzerindeydi. Mezar taşlarının görüntüsü ise acep bir hâldeydi. Yeşim taşından yontulmuş bu garip taşlarda ne bir isim ne de bir işaret hakkedilmişti.
Arkadaşları, Ahmed Efendi’nin bu espri dolu sözlerine gülerek karşılık verdiler. “Doğru söylersin, Ahmed Efendi. Bu ıssız yerde kaim olmak da neyin nesi? Buna mukabil, bu güzel kıyılarda, denizin huzurunda sonsuz uykuya dalmak da evlâdır zannımızca,” dediler.
Ahmed Efendi, bu acep mezar taşlarını ayak ucuyla yokladı, sonra da neşeli bir şekilde güldü. Ayağıyla yokladığı yerde tuhaf bir yaratığı andıran bir yeşim taşı daha olduğunu gördü. Şaşkın bir hâlde taşı eline alıp sağına soluna iyice baktıktan sonra bir kenara atıp uzaklaşmakta olan maiyete yetişmek için ayağına çabuk olup mezar taşlarının yanı başından seğirtti. Biraz ilerlemişti ki oynattığı mezar taşlarının dibinden çıkan parlak yeşil bir toz havada uçuşup az evvel onun fırlattığı yeşim taşına konmaya başladığında taş yumuşamaya ve bir kazanda kaynayan çorba misali fokurdamaya başladı.
Onlar dönerken batan güneş, denizin üzerine yansıyan turkuaz rengiyle parlayarak onları selamladı. Ağva sahilinin huzur veren sessizliği ve doğanın güzellikleri meşum bir kızıllığa döndü. Ve onlar artlarında bıraktıları melanetten bihaberlerdi.
Sıvılaşan yeşim taşını toprak tamamen emdiğinde mezar taşları yerinden oynadı ve toprak altından sızan parlak yeşil bir mayi, çevreyi büyülü bir ışıkla aydınlattı. Ardından, toprak altında yıllardır gizlenen korkunç ve çirkin bir yaratık belirdi. Bu yaratığın gövdesi ağaca benziyordu ama oldukça esnek ve hareketliydi. Kökleri yerine insan bacağına benzer uzuvlarla sıkıca toprağa bağlıydı ve uzun dalları, çırpılmış bir perde gibi dalgalanıyordu.
Bu yaratık, az evvel mezarında kendisini rahatsız edenleri öfkeyle izlemeye başladı. Dikkatlice peşlerine revan oldu ve ağaçların gölgelerinde gizlendi. Kaptanıderya Paşa, Siyâhî Ahmed Efendi ve arkadaşları, keyifli sohbetlerle çadıra girdiklerinde tayin olunan meşum vakit de gelmek üzereydi.
***
Karanlık ve esrarengiz bir geceydi. Kaptanıderya Küçük Kılıç Ali Paşa, Siyâhî Ahmed Efendi ve arkadaşları Ağva sahilinde kurdukları çadırlarında, denizin dalgalarının huzurlu şarkılarına eşlik eden huzurlu bir akşam yemeği taam etmişlerdi. Ancak bilmedikleri bir şey vardı: Ağva ormanının derinliklerinde yıllardır uyuyan bir kötülüğü istemeden de olsa uyandırmışlardı. Daha doğrusu onların alaycı hâl ve haraketleri onu uyandırmış ve kızdırmıştı.
Lanetli akışkan bir made hâlini almış yeşim taşının yaratığın bedeninde yaptığı devridaim siyah yağmur bulutlarını gökyüzüne toplamaya başlamıştı. Kara bulutlardan gökyüzünü yalayan kıvılcımlar peyda olurken yer yer de yere isabet eden yıldırımların gürültüsü Ağva’da semayı lebalep dolduruyordu. Yaratığın ağzından çıkan parlak yeşil bir toz kümesi göğe ağdıktan biraz sonra şiddetli bir yağmurun iri katreleri ağaç dallarını, toprağı ve çadır bezlerini dövmeye koyuldu.
Bu yaratık, gövdesi dalga dalga dalgalanan uzun dallarıyla, çürümüş bir ağaç gibi görünüyordu. Gözleri puslu yeşil bir ışıkla parlıyordu ve ağzından sızan ince bir sis, havayı zehirle dolduruyordu. Kötücül ve melun bir ışık yayıyordu etrafına.
Yaratık, çadırın girişine yaklaştığında sessizce nefesini tuttu. İçerideki insanları daha yakından görmek ve kendisini uyandıran esmer tenli beşerin ruhunu teslim almak için can atıyordu. Hepsinin uykuya dalmasını bekleyip gaflette oldukları anda kurbanının işini bitirmekti niyeti. Sonunda sessizce başını içeriye uzattı ve onları gördü. İçerideki mum ışığı, onun puslu yeşil gözlerini parlak hâle getirdi. Sonra geri çekildi. Kaptanıderya Paşa, Ahmed Efendi ve yârenleri ise pusuya yatan bu korkunç yaratığı göremeden biraz sonra uykunun kollarına teslim oldular.
Kaptanıderya Paşa, uykusundan mahmur bir hâlde uyanıp “Bu gece garip bir hisse kapıldım,” dedi, çadırının içinde yayılan bir gerginlik hissi duyumsuyordu. O esnada kendi çadırında uyanmış olan Siyâhî Ahmed Efendi’nin gözleri de benzer bir hissiyatla çadırının içini dikkatlice araştırıyordu. O an, çadırlarındakiler ile dışarıdaki yaratık arasında tuhaf bir gerilim bağı kurulmuştu. Bilmedikleri bir tehlikeyle karşı karşıya kalmadan önce, bu karanlık gece daha da korkutucu bir hâl almıştı. Gökyüzünü aydınlatan yeşil renkteki tuhaf şimşekler çevreye ürkütücü bir atmosfer yayıyordu.
Çadır sakinleri, dışarıdaki fırtınaya aldırmayarak yeniden uykuya daldıklarında çadırın içinde sadece hafifçe parlayan yeşil bir ışık vardı. Yorgunluk, yağmur şırıltısı ve deniz yolculuğunun etkisiyle derin bir uykuya dalmaları çok sürmüyordu. Zaman geçtikçe, çadırın içini dolduran loş yeşil ışık giderek daha parlak hâle geliyordu. Ve o lain an geldiğinde, saat gece yarısını çoktan geçmişti.
Ahmed Efendi, karanlık rüyalarının derinliklerinden aniden uyanarak titremeye başladı. Vücudu sıtmaya yakalanmışçasına titriyordu ve çadırın içine doluşan yeşil parlak tozun loş ışığında bir figür belirmeye başladı. Gözleri korkuyla genişlerken, dudakları kurumuştu ve dili tutulmuştu.
Çadırın içindeki garip ve çirkin yaratık, sessizce ve tehditkar bir şekilde yaklaşıyordu. Parlak yeşil gözleri, Ahmed Efendi’yi delip geçiyordu. Üzerine çullanarak çığlık atmak için açılan ağzından ruhunu emiyordu. Nefes alması giderek zorlaşıyordu, bedeni sanki gökyüzünde çakan şimşeklerin cereyanıyla ahenk içinde kasılıp gevşiyordu.
Diğer çadırlarda sakin olan Kaptanıderya Paşa ve maiyeti, içeriden gelen çırpınmaların farkına vardılar. Hızla çadıra girdiler ve korkunç manzara ile karşılaştılar. Ahmed Efendi, tıpkı mecnunlar gibi kasılıp gevşiyor, gözleri delirmişçesine çevresine bakıyordu. Ağzından yeşil köpükler saçılıyordu.
Paşa ve maiyeti, ona yardım etmeye çalıştı ama ne yazık ki Ahmed Efendi’nin bedenindeki kasılmalar hızla zayıflıyor, gözlerindeki fer giderek sönüyordu. Paşa ve maiyeti, çaresizce onun yanında beklerken, Ahmed Efendi’nin titremeleri ve çırpınmaları yavaş yavaş sona eriyordu. Biraz sonra ölüm sükuneti çadırı doldurdu ve bir an için dünya üzerindeki her şey durdu. Ahmed Efendi, öteki dünyaya göçmüştü artık.
***
Sabahın erken saatlerinde, Kaptanıderya Paşa ve maiyeti, Siyâhî Ahmed Efendi’nin bedenini dikkatlice o garip mezarların yanında kazdıkları mezarın yanına gömdüler. Kimse ona ne olduğu konusunda bir fikre sahip değildi. Soranlara ise verecekleri cevap bir ecinninin musallatına uğradığı olacaktı.
Kalanlar, çadırlarını söküp sessizce Ağva’dan uzaklaştılar; ancak o karanlık gecede olan biteni hafızalarından silmeyecekleri aşikardı. Kimse gerçekte neler olup bittiğini tam olarak fehmedemedi; ama Siyâhî Ahmed Efendi’nin ölümü, bir ecinninin tasallutundan daha öte ormanın derinliklerinde bilmedikleri bir kötülüğün eseriydi.