SOKAK GÜNCESİ
Genç adam elindeki defter ve dosya ile gergin adımlar atarak kapıyı çalacaktı ki odadan gelen öfkeli ifadeleri duydu:
‘’B…un soyundaki rahatlık asıl beni sinirlendiren! Gözleriyle öldürdüm diyor, sırıtmasıyla gram umurumda değil diyor! O… çocuğu!’’
Bu gürültüden başkomiserinin gerginliğini tahmin edebilen genç adam, şimdi mi gireyim yoksa sonra mı diye düşünürken kapıyı açan başkomiser oldu.
‘’Ha, Doruk neredesin oğlum? Çözümlediniz mi defteri?’’
‘’Şey… Evet, başkomiserim’’. Elindekileri gösterdi, ‘’hem defterin kendisi hem de çözümlenmiş halini dosyaya koyduk.’’
‘’Tamam. Bi’ sigara içip geliyorum. Gir içeri, kaybolma bir yere.’’
‘’Emredersiniz, başkomiserim.’’
Doruk, içeri girdi ve kapıyı kapattı. Odaya girdiğinde gözüne ilk çarpan şey kürsünün arkasındaki duvarda yükselen Türk bayrağı fotoğrafı oldu. Liseden mezun olduğunda yitik ruhunun en çok işe yarayacağı amacın bu bayrak için mücadele etmek olduğuna karar vermişti. Böylece manasız hayatı anlam bulacak, insanlar onu aralarına kabul edecekti.
Gözleri Türk bayrağından düşünce elindeki defterle dosyaya baktı ve kendini sorgulamaya başladı. Şimdiye kadar içinde taşıdığı vatanseverliğe ne olmuştu? Belki hayat, zannettiği gibi etiketlerden ibaret değildi. Fakat bu kadarını kendisi dahil kimse beklemezdi. Doruk bu düşünceler havuzunda boğulurken bir anda kapı açıldı.
‘’Notlar aldınız mı çözümlerken?’’
‘’A-aldık, başkomiserim.’’ Yerine oturan başkomiser:
‘’Ee ne yazıyormuş içinde?’’
‘’Bir günlük, başkomiserim. Yaşadığı şeyleri falan yazmış.’’
Başkomiser, diyafonun tuşuna basıp iki çay sipariş ettikten sonra Doruk’a döndü:
‘’E oku o zaman.’’ Doruk dosyadaki kağıtların ilkini eline aldı:
‘’Okuyorum, başkomiserim.’’
5/3/13
Annesine günlüğüne neler yazdığını anlatan küçük kız yazısına sevgili günlük diye başladığını söylediydi ama eşek kadar adam olduğum için merhaba günlük bilader diyeceğim.
Bunca yıldır sokakta yaşıyor olmanın bir dezavantajı var: insanlardan sıkılmak. Literatürümde toplum baskısı, utanma gibi kelimeler namevcut olduğundan her türden, her yaştan insanla muhatap oldum. Sokakta yaşamayan birinin dinlese çok şaşırıp aydınlandığını hissedeceği hikayeleri yüzlerce kez dinlediğim için para ister misin tarzı bir şey haricinde bir insanın ağzından çıkacak ve beni enterese edecek bir şey yok.
Yahu böyle konuşuyorum, daha doğrusu yazıyorum da ben sana kim olduğumu söylemedim. Kusura bakma. Benim adım Murat. Aslında bu kadarı yeterli de o kadar para verdim bu günceye, anlatayım biraz. Bakarsın ben öldükten sonra biri bulur da Murat diye biri yaşamış der. Ben Zonguldak’ta tanınmış bir ailenin çocuğu olarak doğdum. Bu tanınmışlık da zengin babam Hacı Yahya’nın parasını bu dünyadan ziyade öbür taraf için harcaması ve birbirini öldürmek üzere olan iki grubu iki kelimesiyle dağıtacak kadar ta…klı olmasından kaynaklanıyor: ‘’Herkes evine!’’. Lise mezuniyetime kadar her şey gayet iyiydi: aile mutlu, karınlar tok, insanlar bizi seviyor ve sayıyordu. Geleceğimle alakalı hiçbir endişem yoktu. Olanlar ise hacı babamın vefatıyla oldu. Babamın beslediği ve sık sık bizi ziyaret eden akrabalar bir anda bizimle ilgiyi alakayı kesti. Ne yalan söyleyeyim şaşırmadım. Suratlarındaki yalaklık iki kilometre öteden görülebiliyordu. Sonra annem de vefat etti ve ben beş parasız ortada kaldım. Soy adımla beni alakadar tutan tek şey miras davası kaldı. 20 sene geçti, hatta belki daha fazla, hâlâ çözülemedi. Hoş, umurumda da değil. Benim hiç malım yok. Dolayısıyla her şeye sahibim.
Sokağa ilk düştüğümde en büyük kaygım hayatta kalmak oldu: yeme, içme, barınma filan. Fakat bunları elde etmek o kadar da zor olmadı. Karnımın açlığı neyse de susuzluk dayanılması imkansız bir noksandı. Elim cebimde, aklım geçmiş yıllarda kaldırımda yürüyorken bir kız çocuğunun çöp konteynırına bir pet şişe attığını gördüm. Bu şişeden su içen kişi küçük bir kız olduğu için pis değildir diye düşündüm ve gidip aldım. Şadırvanda temizledim. Su ihtiyacımı o zamandan beri bu şekilde gideriyorum. Arada bir yeni şişe alıyorum tabii, yoksa suyun tadı b…k gibi oluyor. Yemek meselesi su kadar kolay olmasa da halledebildim. Çöpten yemek bulmak çok zor ama lokantaların masalarında kalan yemek artıkları bir öğünümü, şanslıysam iki öğünümü çıkarıyor. Onun dışında gözüm hep yerlerde oluyor. Birisi para düşürdüyse bir veya iki simitle bir öğün daha yiyebiliyorum. Hacet gidermek ve çay içip ısınmak içinse siyasi partilerin ilçe merkezlerine gidiyorum, lokantalardan daha nazikler. O gün hangi partinin binasına gidiyorsam o partili oluyorum. Bir tek bu ortamlarda küçük görülmüyorum, en azından öyle rol yapıyorlar. Bir oy bir oydur, öyle değil mi? Sokağa çıktığımda ya küçümseyici bakışlar alıyorum ya da varlığım görmezden geliniyor. Bu biraz da güzel bir şey. İnsanlar beni asla beğenmeyecekleri için kendimi beğendirme çabasına ihtiyaç duymuyorum. Ha, barınmayı anlatacaktım. Başlarda o zamanın tek apartmanı olan Menekşe apartmanın kapısının önünde birini bekliyormuş gibi yapardım. O sırada apartmana giren veya çıkan biri olunca kapıyı kapanmadan yakalayıp içeri girip bir köşeye çökerdim ve orada uyurdum. Bazı geceler olur, apartmanın tek başına yaşayan çılgın bakiresi, erkek düşmanlığını bir kenara bırakıp bana ekmek arası bir şeyler hazırlar getirirdi. Hayatımda yediğim en lezzetli ekmek arası peynirlerdi onlar. Bilahare apartman sakinlerinin şikayetleri üzerine yönetici çok kaba bir üslupla kovdu beni. Lakin ben seviyesine inmedim. O akşam Allah’ın evinde bana da yer vardır herhalde diye düşünüp semtteki camilerden birine gittim. Babam sağken cumaları hep burada kılardık. Camide yatmaya başladım. Camları kapatınca ve hırkamı iyice sarınca üşümem oldukça azalıyordu. Ne var ki bu durumu, yani camide kalıyor olmam durumunu fark eden imam beni camiden kovmaya kalkıştı. Kokuyormuşum filan. Çarem kalmadı, ertesi gün tekrar kovmaya geldiğini görünce bıçak çektim. Şimdiye kadar affını dilemediğim nadir günahlarımdandır, zira barınmak temel ihtiyaçtır. Sonrasında, pek tabii, polise şikayet etti beni ama ya gelip kovuyorlar ya da o gece nezarete alıyorlardı. Kovduklarında sonradan tekrar geliyordum ve nezarete aldıklarında ise yine başımı sokacak bir yerim oluyordu. Durum karşısında çaresiz kalan imam bu davadan vazgeçti. Zaten sonradan barıştık kendisiyle. Yatsı namazından sonra tenha sokakta evine yürüyorken karşısına çıkan serseriyi bıçakladım. Beni polise vermedi, ertesi gece teşekkür etti ve yatsıyı beraber kıldık. Koku meselesini de oda spreyiyle çözdük, biraz da içeriyi havalandırdı mı tamam.
Çok mu uzun yazdım, tartamıyorum. Daha önce günlük okumadım ki hiç. Sanırım bugün ne yaptığımı da yazmam gerekiyor. Yukarı mahallede ortaokullu çocukları gördüm. Pet şişeyle maç yapıyorlardı. Onlar da fakirdi ama evleri ve aileleri vardı. Yine de beni aralarına aldılar ve ben de oynadım. Karşı takım üç, biz iki kişiydik. Ellerine verdik onların. Yarın rövanş var.
7/3/13
Merhaba günlük bilader. Dün yazamadım zira… aslında bahane uydurmaya da gerek yok, yazasım gelmedi. Sana önceki sefer bir küçük kızdan bahsetmiştim, hani seni satın almama sebebiyet veren. Dün sokakta avare yürüyorken onu gördüm, okul çıkışı saati, ve izlemeye başladım. Güneş’in güzelliğini arttırdığı saçları sarının en güzel tonundaydı ve Tanrı’nın bu sanatına kırmızı beyaz renklerle bir fiyonk eşlik ediyordu. Düzenli ve temiz okul üniformasının üstünde tam bir hanımefendi gülümsemesi vardı. Ben dalmış öylece ona bakıyorken kızın yanına üst sınıflardan olduğunu tahmin ettiğim iki erkek geldi. Onları görür görmez kızın bu muhatabiyetten hoşlanmayacağını düşündüm ki tahminim maalesef doğru çıktı. Kız onları görünce kovmaya çalıştı lakin o çocuklarda aile terbiyesi almış bir hava yoktu. Kızın saçını çekiştirmeye, daha çıkmamış göğüslerini ellemeye başladılar. Okul çıkışının yer aldığı bir izbede oluyor bunlar, kör nokta yani.
Hayatımda hiç bu kadar sinirlendiğimi hatırlamıyorum. Derhal oraya doğru hızla devinime geçtim. Koşarken bağırsam hemen kaçacaklarından yanlarına gelinceye kadar ağzımı açmadım. Onları hastanelik etmek istedim. Vardığımda kızın eteği yerde bir çamura bulaşmıştı. Hemen, kaçması daha kolay olur diye, şişman olanı değil, daha fit olanı hedefledim ve art arda iki tane yumruk indirdim. Küçük çocuk olduğu için hemen bayıldı. Öbür koca g…tlü oğlan ise kaçsa bile hemen yakalayabileceğimin farkında olduğundan mıdır, korku dolayısıyla ne yapacağını şaşırdığından mıdır bilmiyorum olduğu yerde donakaldı. Yalvarma cümleleri hâlâ aklımda. Baban zengin mi lan senin dedim, evet dedi. Üstünü aradım, cebindeki bütün paraları alıp bir tane de Osmanlı yapıştırıp s…tir git lan dedim. Tokadın etkisiyle oluşan sendeleme biter bitmez yarın yokmuş gibi koşmaya başladı.
Kıza döndüğümde bir köşeye oturmuş, ağlamaklı gözlerle bana bakıyordu. O an fark ettim ki saçları olduğu kadar gümüş rengi gözleri ve fındık burnu da çok güzeldi ama konu o an bu değildi. Ona doğru yaklaştım ve bir şeyi olup olmadığını sordum. O an şok etkisinden kurtuldu ve altında eteğinin olmadığını fark edip utandı, çamurlu eteğini üstüne tutmaya çalıştı. Halihazırda başına böyle bir olay gelmişken bir de üstüne pis şeyi tutmasına dayanamadım ama ahlaki normlarının oturmuş olmasına da sevindim. Üstümdeki hırka bana bile az da olsa büyük geliyordu. Çıkarıp verdim. Etekten bile daha iyi sakladı avret yerlerini. Sonra tekrar bana baktı ve birden ağlamaya başladı. Gittiler işte niye ağlıyorsun, yarın bir daha böyle yaparlarsa benim onları döveceğimi söylersin olur biter dedim. Korkudan değil, utançtan ağladığını söyledi. Annesi bir keresinde serserilerle muhatap olmamasını tembihliyormuş ve o esnada da karşı kaldırımdan geçen beni işaret ederek özellikle bunun gibilerle demiş. Ön yargılar her zaman kötü değildir, annen doğrusunu yapmış, utanma dedim. Kızın ön yargının ne anlama geldiğini çözmeye çalıştığı esnada cebimden seni çıkardım ve ona uzattım. Bak dedim, sen annene günlüğünü anlatıyordun, kulak misafiri oldum size. Senden esinlenerek ben de kendime bir günlük aldım. Çok hoşuna gitti. Günlüğümü incelediği sırada biraz uzaktan bir yetmiş boylarında, sarışın, iyi giyimli ve kibri poposundan büyük görünen bir kadının yaklaştığını fark ettim. Suratında şaşkın ve sinirli bir ifade vardı. Derhal olduğumuz yere geldi ve bana çemkirmeye başladı. Senin Ceren’in yanında ne işin var filan. Tepki vermedim, zira gerekli tepkiyi Ceren verir zaten diye düşündüm. Fakat göz göze geldiğimizde durumun hiç de öyle olmayacağını anladım. Zira Ceren, dudağını büzmüş öylece bana bakıyordu. O an anladım, gözlerinde gördüm; annesinin hiddetini durduracak, yanlış yaptığını anlamasını sağlayacak hiçbir şey yoktu dünya üzerinde. Kızını tek başına, babasız yetiştirmiş bir kadın olarak her konuda kendini dünyanın en haklı insanı olarak görüyordu. Bu kibri aşmak imkansızdı. Bu fark ediş anının ardından derhal oradan uzaklaştım, seni de hırkamı da Ceren’de unuttum.
Parka geldiğimde hâlâ elim ayağım titriyordu. Lakin çimlere oturup denize bakmak sakinleştirdi. Böyle anlar düşünmek için en ideal koşullardır zannediyorum, meditasyon için de öyle. Şimdi hava güzel, burada hiç sarışın yok, sadece ben ve deniz. Akşam yemeği hariç hiçbir şey düşünmek zorunda değilim. O sırada sahil tarafındaki mağaramsı yer geldi usuma. Gitmeyeli de olmuştu biraz, rahatlamak iyi gelecekti. Bu da yine kendimi beğendirme çabasının olmamasının verdiği bir özgürlük aslında. Beni beğenen kadınlar olsaydı kendimi beğendirebileceğim kadarıyla beraber olurdum. Şimdi ise onlarla muhatap olmaya gerek kalmadan, masrafa girmeden, çaba sarf etmeden- ister dünyanın en güzeli olsun, ister başka bir şey- istediğim her kadınla sevişebiliyorum. Tanrı ürememiz adına aşk denen zehri içimize attığı gibi benim gibi gariplerin de pek tabii vermiş tesellisini. İşimi bitirmiş yürüyorken arkamdan bir köpeğin neşeli bir şekilde nefes alıp verme seslerini duydum. Bu gelen Sivaslıydı. Yani, Sivaslı derken, kangal olmamasına rağmen adını öyle koymuşlar. Bir de bizim yukarı mahallede Sivaslı bir arkadaş vardır, çok alınır köpeğe her öyle seslenişimizde, it miyim lan ben filan. Sanki itten farklı yaşıyormuş gibi. Sahibi zamanında sokağa atmış bu köpeği. Bazısı da sahibi öldü der. Tevatürler bitmez. Tasması o yüzden boynundadır hâlâ. Niyeyse en çok benimle gezmeyi sever.
Ben lise sondayken bir kedimiz vardı. Onun da solgun sarı renkli tüyleri vardı, tıpkı Sivaslı’nınki gibi. O yüzden bu köpeğe ne zaman baksam onu hatırlarım, Omlet’i. İsim koyma konusunda bi’ vizyoner olmadığımı itiraf etmek durumundayım. Bir gün okuldan geldiğimde evde bulamamıştım Omlet’i. Ev ahalisi de evde olmadığı için kediyi gezdirmeye çıkardıklarını düşündüm ve yatağıma uzandım. Gözlerimi açtığımda havanın kararmış olduğunu fark ettim. Demek ki epey bir zaman geçmişti. Oturma odasına gittiğimde komşunun oğlu çocukluk arkadaşım Uğur’u orada öylece oturur buldum, sanırım şimdilerde bir mühendis. Hoş geldin dedim, hoş gelmedim dedi. Suratıma bakıyor ve hiçbir canlılık belirtisi göstermiyordu. Şaşırmadım dersem yalan söylemiş olurum. Ne oldu diye sordum. Ayağa kalktı, karşıma dikildi, Omlet ve hacı baban öldü dedi. Pat diye. Ne tepki vereceğimi şaşırdım. Far görmüş tavşan gibi kaskatı kesildim. Bu hâl bana yarım saat gibi gelse de herhalde bir dakika kadar sürmüştür. Bu süre zarfı içinde Uğur da aynı şekilde duruyor ve gözlerime bakıyordu. İnsan, kediler kadar olmasa da alışkanlıklarına düşkün bir varlıktır. Şimdi ise benim en büyük iki alışkanlığım bozulmuştu; hacı babamdan aldığım şefkat ve güven hissi, Omlet’ten aldığım sevgi ve huzur hissi. Bunu fark ettiğim an gözlerimden yaşlar gelmeye başladı. Bu yaşlar hem kendimi en çaresiz hissettiğim anı yaşıyor olmaktan hem de yılların birikiminden kaynaklanıyordu. Yıllarca bana öyle söylendi. Sen erkeksin! Ağlamayacaksın! Toplum içinde ağlamamayı anlardım, erkek olarak güçlü olmam ve öyle görünmem gerekiyor lakin ailemleyken veyahut gizli bir yerde dahi ağlamamın yasaklanmasını hiç anlamazdım. Ben robot değilim ki! Uğur’un dizlerine kadar alçaldım ve bir bebek gibi ağladım. Ben biraz sakinleyince Uğur beni kollarımdan kaldırdı, yüzüme baktı ve ‘’Artık tek başınasın. Yas tut ama uzun sürmesin. Ayakta kalmak zorundasın. Allah yardımcın olsun’’, dedi ve gitti. Uğur’un arkasından bir müddet bakakaldım. Nasıl bu kadar soğukkanlı olabiliyordu? Oturma odasına geri gittim. Sırtımı duvara yaslayarak yerde bağdaş kurdum ve yukarı baktım; ‘’Allah’ım ben şimdi ne yapacağım?’’.
Sivaslı’yla mahalleyi güzel bir turladık. Tanıdıkları selamladık, o ilaveten sevdirdi kendini. Bana kimse dokunmak istemiyor. Bir tek Sivaslı sarılır bana. Ama tabii beni ben olarak seven bir tek o var gibi gereksiz süslü laflar etmeyeceğim. Kokuyorum biraz. Salih Hoca, şu bahsettiğim imam, sadece haftada bir hamama gidebileceğim kadar para veriyor. Gerisine de param yok. Beraber yürümeye devam ettiğimiz esnada ağabeyim olacak herifle karşılaştım, öz abim, sözde. Ben küçükken babamın adam ol dersini çalış minvalindeki emirlerine karşı çıkıp terk etmişti evi. Babam ölene kadar bir daha hiç görmemiştim onu. Babam ölene kadar dediğime bakma; cenaze namazına değil, miras davası için bana imza attırmaya gelmişti. Bu defa dayak atan o değil ben olmuştum. Bu da yine affını dilemediğim bir günahımdır. Şimdi yine aynı sebeple karşıma çıktı. Cevabımın menfi olacağını tahmin ettiğinden olsa gerek bu sefer tehditle değil vaatle gelmişti. İşte, bazı insanlar hiç akıllanmaz. Beni iyi tanımasına rağmen diğer insanlarla karıştırıyor, dünya malına değer verebileceğim ihtimalini değerlendirmeye kalkıyordu. Ben sokakta yaşıyorum be adam! Ne daireleri, ne dükkanı? Üstelik bu ne yüzsüzlüktür ki hastalığında umursamadığın adamın ölümünde mülkünü umursuyorsun? Cevabım değişmeyince yine tehdit yoluna başvurdu. Sanki kaybedecek bir şeyim varmış gibi! Üstelik hacı babamın bin bir emekle elde ettiği varlığı haram yoluyla yiyecekti. Rüyamda Muhammed’i görmediğim sürece bu adamın lehine yapacağım hiçbir şey yok.
Abimi savuşturduktan sonra biraz daha yürüdük. Akşam Fenerbahçe’nin Avrupa Ligi maçı vardı. Mobilyacı Fikri izin verir camekandaki televizyonu izlememize. Trabzonsporluyum ama rakip ecnebi takımı oldu mu hepimiz Türk’üz. Bu tamamıyla Türk takımını, Türk futbolunu temsil etmekle alakalı bir şey değil aslında, biraz da bencilce bir strateji. Diğer Türk takımları Avrupa maçlarında kaybetse ülke puanımız düşecek ve şampiyonumuz Şampiyonlar Ligi’ne direkt katılamayacaktı. Bugün Fener’i desteklemesem, kaybetseler ve bu sene Trabzon şampiyon olsa fakat seneye Şampiyonlar Ligi’ne direkt gidemeyip eleme maçında elenseler kimi suçlayabilirim ki? Demek ki bencillik her zaman kötü bir şey değil.
Volkan hafif bi’ kalp krizi geçirtti ama güzel maçtı. Sonrasında Fikri abi hırkamı ve günlüğümü, yani seni getirdi bana. Meğer Ceren beni daha önceden burada maç seyrederken görmüş. Akıllı kız. Ufuk vardır bizim mahallede, liseli bi’ çocuk, Sivaslı’yla gezmek istedi. Ondan onay alınca verdim Ufuk’a ipini. Şimdi uyumak üzereyim hâlâ gelmediler. Ufuk evine, Sivaslı da parktaki yerine gitmiştir herhalde.
8/3/13
Merhaba günlük biladerim. Cenaze namazından dönüyorum şimdi. Hamama gideli sadece iki gün olduğu için Salih Hoca izin verdi cemaatle namaz kılmama. Gözüm yaşlı namaz kılarken fark ettim hayatta bazı şeyleri ciddiye almam gerektiğini. Canını yakarım demişti abim. Beni dünya malıyla kandıramayacağını anlayamayacak kadar aptal olsa da fiziksel olarak zarar vermesinin bir işe yaramayacağını anlayacak kadar akıllıymış. Ufuk ve Sivaslı’ydı ölenler. Dün ikisi beraber gezerlerken abim ikisini de çiğnemiş arabayla. Ağzıma kötü laflar geliyor lakin zor da olsa kendime hakim oluyorum. Ölüm bu kadar kolay mı gerçekten? Evet, ölüm işte bu kadar kolay. Yine de bu gerçeği çoğunlukla görmezden gelme alışkanlığımızdan vazgeçmemeli, zira öbür türlü hayat geçmiyor. Kelebeğin hikayesindeki gibi. Bir gün bir kelebek, ömrünün sadece bir gün olduğunu öğrenmiş. O günü ölüm korkusuyla hiçbir şey yapamayarak geçirmiş. Ertesi gün uyanınca şaşırmış, demek ki bugün öleceğim demiş. Yine ölmemiş. Sonra anlamış ki ömrü ölüm korkusuyla geçirmenin hiçbir manası yok. Mutlak son gelene kadar hayattan keyif almalı.
Cenazeden sonra yine parka gittim rahatlamak için fakat fayda etmedi. Hava güneşli de olsa deniz hiç de mavi değildi bugün. Kalktım, Sivaslı’yı bulayım da biraz gezeyim diye düşünüp mahalleyi turladım lakin bulamadım. Omlet’te de böyle olmuştu. Bazı zamanlar öldüğünü unutuyor insan sevdiklerinin. İstikametimi tekrardan parka çevirmiştim ki şimdi yine onu görüyorum. Şu an bir yandan ona bakıyorum bir yandan yazıyorum, elimi günlükten kalemden bıraksam ona dalacağım çünkü. O da bana bakıyor, elinde evrak çantası ile. Yanıma yaklaşıyor. O…pu çoc… Tövbe, analarımız aynı… Şerefsizi dövmeyi çok istiyorum! Ne yazıyorsun öyle diyor. Sana ne lan diyorum. Kararını verdin mi diyor. Tahmin etmiştim diyorum ve kalemi bana uzatıyor. Alıyorum ve imzalıyorum. Bana gülümsüyor ve arkama doğru bir hareket yapıyor. Arkama bakıyorum.
Başkomiser Orhan, okumayı kesen Doruk’a merakla baktı:
‘’Ne oldu oğlum? Devam etsene.’’
‘’Bu kadar, başkomiserim.’’
‘’Nasıl, arkasına baktıktan sonra ne olmuş?’’
‘’Yazmamış, başkomiserim.’’
‘’Ver bakayım sen şunu bana.’’ Doruk dosyayı uzattı.
‘’Dosyayı değil oğlum, günlüğü.’’
Titreyen ellerle uzattı günlüğü Doruk. Orhan, günlüğe baktığında arkama bakıyorum kısmından sonrasının özenle silindiğini fark etti. Daha az dikkatle baksa anlayamayacaktı. O sırada içeri giren memura Doruk’u tutuklamasını emretti. Doruk’un ben yapmadım, ne olur dinleyin gibi çaresizlik bağrışmalarıyla odadan çıkarılmasının ardından günlükte yazılan son sayfanın arkasında kalan sayfayı kurşun kalemle hafif bastırarak tarayan başkomiser Orhan, silinen kısmı okuyabildi:
ve Doruk komiseri görüyorum. Zamanında bir vukuattan dolayı tanışma fırsatı bulmuştuk kendisiyle. Abimin aksine yüzünde gülümseme değil, sonsuz bir somurtma var. Tabancasını çıkarıyor ve bana doğru doğrultuyor. Bunu neden yapıyorsun diye soruyorum. Cevap vermiyor. Hâlâ bana bakı
‘’Halihazırda imzayı attırmışım, ne diye bir de üstüne vurdurtayım ki? Hem de bir polise!’’
‘’Sırf yozlaşmak değil bu. Benim bir sırrımı biliyordu. Bu cinayet, polislik mesleğime ilk ihanet edişim değil.’’
‘’Ne tehdidi kardeşim! Neyle tehdit edecekmişim?’’
‘’Birkaç hafta evvel bir banka soygunu olmuştu hatırlarsanız. O gün izinli olmamın bir sebebi vardı.’’
‘’Banka soygunu mu? Ben bunu nereden öğrenmiş olabilirim ki? İftira bu!’’
‘’Annem çok hastaydı ve sigortası ilaç parasını karşılamıyordu. Ben de zengin çocuğu değilim tabii. Mecbur kaldım. Lisedeyken beraber bazı vukuatlar işlediğim arkadaşlarla bu işe girdik. Meğer bir tanesi onunla çalışıyormuş.’’
‘’Yok kardeşim benim kimseyle çalıştığım falan! Anlamıyor musunuz? İftira atıyor bana!’’
‘’Planı yaparken, iş üstündeyken hem görüntülü hem de sesli kayıt etmişler beni. Hepsini o o…pu çocuğu planlamış beni kullanmak için.’’
‘’Bırakın beni! Nereye götürüyorsunuz! Hepinize ödeteceğim bunu!’’
Çapraz sorgulama bitmiş, suçlular nezarete atılmış, dosya savcılığa sevk edilmişti. Karakoldan çıkan Orhan başkomiser, günlükte bahsi geçen parka gitti. Hava, yeni yeni kararıyor olsa da epey kasvetliydi, en azından o öyle hissediyordu. Biraz denizi izledikten sonra parkın yüz metre kadar uzağında bulunan mezarlığa gitti. Ellerini yüzünden düşürdükten sonra mezardaki tahtada yazan isme baktı ve uzaklaştı. Üzerinde sadece ‘’Murat’’ yazıyordu.