MAHALLEDEKİ FABRİKA
MAHALLEDEKİ FABRİKA
Eski zamanlar hep daha güzelmiş gibi gelir insanlara. Eskiye karşı bir özlem duyarlar. Batı’da nostalji dedikleri kavram yani. Bilhassa çocukluk zamanlarından bahsediyorum. Çünkü çocukken her şey daha bir pamuk şeker gelir. Sürekli gülümsersiniz ve küçük şeyler daha kolay mutlu eder sizi. Yaşadığınız yer gördüğünüz tek yer olduğu için güzel bir yerdir hep. Evinizdir orası. Sonrasında ise gençlikle birlikte işlerin o kadar da güzel olmadığını fark etmeye başlar insan.
Büyük şehrin arka sokakları, önceleri karşıma çıkıp da dikkatimi çekmeyen birer detay gibiydi. Halbuki yıllardır orada yaşıyordum. Vakit geçtikçe bu sokakların aslında hayatın gerçek rengini sembolize ettiğini fark ettim. Bu semtin adını pek kimse bilmezdi; haritalarda bile bir gölge gibi yer alır, sadece adıyla ve sınırlarıyla yer alırdı. Ama burada yaşayanlar için bu sokaklar dünyanın merkezinden farksızdı.
Sosyo-ekonomik durumumla doğru orantılı bir yerde oturuyordum; bir apartmanın birinci katında. O yüzden pencerem çok bir yeri göstermezdi bana ama görebildiğim kadarının eksiğini hayal gücümle tamamlardım. Sabahları komşu teyzenin kuşlara ekmek kırıntıları bıraktığını, akşamüstü ise eskicinin sesiyle sokakların nasıl canlandırdığını izlerdim. Sokağın köşesindeki bakkal, mahalledeki neredeyse herkesi borç defterine yazıyor. Kimse günün sonunda borcunu tam olarak ödeyemiyor, bakkal da bu hâle alışmış durumda.
Eskiden bu arka sokaklarda yürümek basit bir alışkanlıktı benim için ama artık fark ediyorum ki bu sokaklarda yaşanmış her anı düşündüğümden daha büyük bir ize sahip. İlk fark ettiğim iz, şöminesinden tütün dumanı yayılan eski bir binanın önünde oldu. Bu yapının hemen yanında, yıllardır bakım görmemiş çitlerin ötesinde, kağıt toplayan bir çocuk, el arabasına bir kitap koydu. Kitap eski, sararmış sayfalarından hayata dair bir parça sunuyor gibiydi. Arabasını çekip uzaklaştı çocuk.
Bu bölgedeki diğer hikayeler daha karmaşıktı. Tek hayat yakıtı çocuklarının gülümsemesi olan, bu yüzden de yakıt sıkıntısı çeken işçiler sabahın erken saatlerinde fabrikaya giden otobüsün önünde sessizce sigaralarını içerdi- aman siz içmeyin ha, zararlıdır. Ekmek almaya giderken yanlarından geçtiğimde yüzlerindeki çizgilerin, yaşam mücadelesindeki bitmeyen çabaların tezahürü olduğunu hissederdiniz. Yine de gözlerinin arkasında bir umut, bir ışık saklanır hayata dair. Çocuklar, yoksulluğun sınırları içerisinde kendi kendilerine oyunlar yaratırlardı. Mesela top bulamadıklarında bir teneke kutu yeterli olurdu. Böylece herkes, bir yol bulmaya çalışıyordu kendine.
Gecelerinden bir gece, sokağın biraz dışarısında kalan eski fabrikadan gelen tuhaf bir ses duydum. Bu ekmek teknesi uzun zamandır çalışmıyordu. Meraklandım, yaklaşıp bakmak istedim ama kapı kilitliydi. Kilidin üzerindeki paslanmış zincir, kimsenin buraya çok uzun zamandır adım atmadığına bir delildi. Ama o ses hâlâ duyuluyordu.
Ertesi gün olduğunda, fabrikayı unutmak istedim ama başaramadım. Sanki biri ya da bir şey bana bir mesaj göndermeye çalışıyordu. Tekrar gittim oraya, tek fark bu kez yanımda bir demir çubuk vardı, zira korkuyordum. Keşke bu korku, merakımı yenmeye yetseydi. Kapıdaki zinciri kırdım ve içeri girdim. Fabrikanın içinde şaşırtıcı bir şey yoktu: toz, karanlık, ve dibine kadar terk edilmişlik. Fakat sıkıntı oydu ki bahsettiğim sesi duymaya devam ettim.
Biraz kulak kesildiğimde sesin bir odadan geldiğini fark ettim, eski makinelerin arasından bir şey dikkatimi çekti. Bu bir kutuydu; çok eski bir kutu, üzerinde neredeyse silinmiş bir yazı vardı. Kutuyu açtığımda, içinden bir mektup ve işaretlenmiş gibi görünen bir harita çıktı. İçimde birden artan garip bir heyecan dalgasıyla haritayı incelemeye başladım. Şifrelerin ne anlama geldiğini bilmiyordum ama bu, mahalledeki basit yaşamdan çok daha büyük bir hikayenin parçası gibiydi.
Ertesi gece olduğunda şifreleri çözmek için tekrar haritaya bakmaya karar verdim. Haritanda işaret edilen yer, yaşadığım semtin en kuytu köşelerinden biriydi. Ayaklarıma hakim olamadım. Oraya vardığımda bir kuyunun başında buldum kendimi. Yıllardır kullanılmamış gibi görünüyordu bu kuyu. Fakat dikkatlice baktığımda kuyunun kenarında kazınmış işaretler gördüm ve bu işaretler, haritadaki sembollere uyumluydu.
Kuyunun içine bakmaya karar verdim. Fenerimi açıp derinlere baktığımda aşağıda parlayan bir şey gördüm. Biraz korksam da ipe tutundum ve yavaşça aşağı inmeye başladım. Kuyunun dibine ulaştığımda eski bir sandık buldum. Sanırım o parlaklık bundan geliyordu. Sandığın kapağını açtığımda gördüklerim beni hayrete düşürdü: bir zamanlar bu mahallede yaşayan insanların fotoğrafları, eski belgeleri ve günlükleri. Bu sandık, semtin kaybolmuş tarihini saklıyordu.
Sandığı incelerken orada bir şey daha olduğunu fark ettim. Sandığın altında, başka bir kutu daha buldum. Daha küçük ama daha ağır. Kutudan bir anahtar çıktı. Anahtarın üzerinde eski fabrikayla aynı sembol vardı. Bu anahtar, başka bir kapıyı açıyordu ve o kapının ardında ne olduğunu tahmin bile edemiyordum. Bu gecelik bu kadar macera yeterliydi, hemen eve döndüm.
Ertesi gün fabrikaya geri döndüm. Bir yandan rutubet ve toza karşı koymaya çalışıyor, bir yandan da anahtarın açabileceği bir kapı arıyordum. En sonunda, makinelerin arkasına gizlenmiş küçük bir kapıyı fark ettim. Denediğimde anahtar tam olarak bu kapıya uyuğunu gördüm. Kapıyı açtım ve karanlık bir tünele adım attım. Tünel, fabrika binasının altından semtin daha da derinlerine iniyordu.
Duvarları inceleyerek yürüdüm tüneli ve sonunda büyük bir odaya ulaştım. Odanın duvarlarında eski haritalar, notlar ve çizimler asılıyken ortada büyük bir masa vardı. Masanın üzerinde, antika bir saate benzeyen ama çok daha karmaşık görünen bir cihaz duruyordu. Cihazın yanında el yazısıyla yazılmış bir not vardı. Notta, "Zamanı aşan anahtar." yazıyordu.
Bu notu görünce kafamda muhtelif sorular oluştu. Mesela, bu cihaz ne işe yarıyordu? Kim tarafından yapılmıştı? Ve en önemlisi, neden burada, bu fabrikada saklanmıştı? Bu sorulara cevap ararken notun altındaki tarihi gördüm: 1932. Bu, cihazın çok eski olduğunu gösteriyordu. Ama bir şey daha dikkatimi çekti. Tarihin hemen yanında bir isim yazıyordu: "E. Soylu."
Bu ismi daha önce hiç duymamıştım. Ancak bu isim ve cihaz arasında bir bağlantı olduğu açıktı. Cihazı dikkatlice inceledim ve üzerindeki düğmelerden birine bastım. Aniden, odanın etrafındaki haritalar ve çizimler hareket etmeye başladı. Duvarlar, sanki bir perde gibi açılarak başka bir manzarayı ortaya çıkardı. Artık bulunduğum yer, zamanın dışında bir noktaya dönüşmüştü.
Aşina gelen ama tamamen yabancı bir şehirdeydim. Sokaklar, daha önce hiç görmediğim türden araçlarla doluydu. İnsanlar, benim semtime kıyasla çok farklı giyiniyordu. Kullandıkları cihazlar, bizim teknolojimizden oldukça ilerideydi. Fakat bu yabancı dünyada dikkatimi en çok çeken şey semtin simgelerini taşıyan bazı yapıların hâlâ yerinde olmasıydı. Fabrikanın bir modeli, bir anıt gibi yükseliyordu.
Anladığım kadarıyla bu elimde tuttuğum cihaz, beni geleceğe getirmişti. Ancak buradaki tek problem bu değildi: Cihazı tekrar aktif hale getirmek ve geri dönmek istiyordum ama nasıl yapacağımı bilmiyordum. İnsanlarla konuşmaya çalıştım ancak dillerimiz bile uyuşmuyordu. Onlara elimdeki cihazı gösterdiğimde, birçoğu şaşırdı. Beni fark eden bir grup insan, yanlarına çağırdı. Onlardan biri, cihazı dikkatlice inceledi. Sonra içeri, dükkanına girdi. Çekmecesini kurcaladı ve bir kağıt çıkarıp bana uzattı. Kağıtta anladığım kadarıyla cihazı yeniden aktif hale getirecek talimatlar vardı. Bir de el ve kol hareketlerini kullanarak birini tarif etti ve bir kağıda ‘’E. Soylu’’ yazdı.
Talimatları takip ederek cihazı tekrar çalıştırmayı başardım. Ancak bu kez geri dönmek yerine, farklı bir zamana doğru hareket ettiğimi hissettim. Gözlerimi açtığımda fabrika daha yeni inşa edilmişti. İnsanlar, fabrikanın açılışını kutluyordu. Tanıdık yüzler gördüm; kuyudaki eski fotoğraflardaki insanların genç halleriydi bunlar. Ve orada, kalabalığın arasında talimat kağıdını veren adamın tarifine uyan bir adam vardı.
Onunla konuşma fırsatı buldum. Bana bu cihazı neden yaptığını, ne için kullandığını anlattı. "Bu mahalle, yalnızca bugüne değil, geçmişe ve geleceğe de bağlı bir yer," dedi. "Bu cihaz, zamanın tüm halkalarını birbirine bağlayan bir köprüdür. Ancak bu güç, yanlış ellere geçerse dengeler alt üst olur.’’
E. Soylu, cihazın gücünü açıklarken, mahalleyi bir koruma alanı olarak gördüğünü de ekledi. "Bu sokaklar sadece yoksulluğun, çabanın ya da kaybolmuş tarihlerin değil, aynı zamanda insanlığın özünün aynası" dedi. Onun rehberliğinde, cihazın yalnızca zamanlar arasında bir bağ değil, geçmiş ve gelecek arasında bir denge unsuru olduğunu anladım.
Geri dönmek üzere cihazı yeniden aktifleştirdiğimde, E. bana son bir şey söyledi: "Zamanı aşmak, onu anlamaktan geçer. Anılar ve umutlar birbirini tamamlar."
Gözlerimi açtığımda, yine mahallede buldum kendimi. Fabrika hâlâ sessiz ve terk edilmişti ancak sanki bütün semt başka bir anlam kazanmıştı. O günden sonra, mahallede gördüğüm her yüz, her iz, bambaşka bir hikaye anlatıyor gibiydi. Ve biliyordum ki bu sokaklar aslında geçmişin ve geleceğin buluştuğu bir kavşaktı.
Cihazın peşini daha fazla kovalamadım ama mahalle, zamanın içinde yaşamaya devam etti.
Kaynak: Bu sayfadaki görsel, freepik.com sitesinden alınmıştır.