KARA ELMAS ŞAİRLERİ: RÜŞTÜ ONUR VE MUZAFFER TAYYİP USLU
Ne zaman Rüştü ve Muzaffer üzerine düşünsem gerçekleşmeyen bir ihtimal gelir aklıma, hayıflanırım: Yirmileri değil de yaşlılıklarında ölselerdi bize daha ne güzel eserler bahşederlerdi! İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı siyasi ve ekonomik buhranlar bir yandan, fakirlik bir yandan, en önemlisi ise ince hastalık bir yandan... Böyle bir hayat içerisinde şiirin yanı sıra hikaye ve deneme alanlarında da kaliteli ürünler çıkarmak, kısıtlı imkanlara rağmen edebiyat alanında entelektüel olmak büyük bir marifet. Yaşama sevincini ve hüznü bize bir güzel ifadelerle sunan Rüştü ve Muzaffer, değeri bilinmeyen birbirinden kıymetli iki değer.
Rüştü Onur, 3 Ağustos 1920'de Devrek'te doğmuştur. Babası köy öğretmeni Mehmet Emin Bey, annesi Hatice Fikriye Hanım’dır. Dedesi Abdullah Efendi, Milli Mücadele’ye destek vermiş ve Birinci Meclis'te Bolu Milletvekili olarak görev yapmıştır. İlköğrenimini Devrek ve Zonguldak’ta tamamladıktan sonra, 1937 yılında yatılı olarak Kastamonu Lisesi’ne gitmiştir. Burada edebiyatla tanışmış, Abdülbaki Gölpınarlı’dan ders almış ve ilk şiirlerini yayımlamaya başlamıştır. Ancak verem hastalığı nedeniyle lise eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalmıştır.
1939 yılında Mehmet Çelikel Lisesi’ne devam eden Onur, burada edebiyat öğretmeni Behçet Necatigil ve Muzaffer Tayyip Uslu ile tanışmıştır. Ancak hastalığı tekrar nüksedince okulu tamamen bırakmış ve Ereğli Kömür İşletmeleri’nde memur olarak çalışmaya başlamıştır. Edebiyata olan ilgisini sürdürerek arkadaşlarıyla birlikte dergi çıkarma girişimlerinde bulunmuştur.
1941’de Heybeliada Sanatoryumu’nda tedavi gördükten sonra Mediha Sessiz ile tanışmış ve 12 Ekim 1942’de evlenmiştir. Ancak Mediha Hanım da ağır bir hastalıkla mücadele etmekteydi. Mediha’nın 2 Kasım 1942’de vefatı, Rüştü Onur’u derinden etkilemiş ve bir ay sonra, 2 Aralık 1942’de, Rüştü Onur da hayata veda etmiştir. Çift, Ortaköy Yahya Efendi Mezarlığı'nda yan yana defnedilmiştir.
Rüştü Onur, kısa ömrüne rağmen Türk edebiyatında duygu dolu ve samimi şiirleriyle iz bırakmıştır.
Muzaffer Tayyip Uslu, 1 Temmuz 1922’de İstanbul Fatih’te doğmuştur. Babası polis komiseri Tayyip Talip Bey, annesi Üsküdarlı Şükriye Hanım’dır. İlkokulu İstanbul’da, ortaokulu ise babasının tayiniyle gittiği Mersin’de tamamlamış, ardından Zonguldak’a yerleşmişlerdir. Mehmet Çelikel Lisesi’nde edebiyat öğretmeni Behçet Necatigil ve Rüştü Onur ile tanışması, edebiyat hayatını şekillendirmiştir.
Lise mezuniyetinin ardından İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne kaydolmuş, ancak parasızlık ve verem hastalığı nedeniyle eğitimini tamamlayamadan Zonguldak’a dönmüştür. Rüştü Onur ile birlikte Ereğli Kömür İşletmeleri’nde memur olarak çalışırken şiirlerini çeşitli dergilerde yayımlamaya başlamıştır. Hastalığı giderek ilerlemiş, sanatoryumda tedavi görme isteği maddi imkânsızlıklarla engellenmiştir. Ancak şansı yaver gitmiş ve Validebağ Sanatoryumu’na kabul edilmiştir.
Sağlık durumu bir süre iyileşse de hastalık yeniden nüksetmiş ve Onur’un ölüm haberi onu derinden etkilemiştir. Ölümüne kısa bir süre kala, şiirlerini topladığı ilk ve tek kitabı "Şimdilik" 1945 yılında yayımlanmıştır. Kitabın maliyetini memur maaşı ve yazılarından kazandığı parayla karşılamıştır.
Muzaffer Tayyip Uslu, 3 Temmuz 1946’da, henüz 24 yaşındayken hayata veda etmiştir. Ölümünden sonra Zonguldak’ta düzenlenen cenazesi büyük bir kalabalık ve devlet erkanının katılımıyla gerçekleştirilmiştir.
İki şairin de hayatı, kadrosunda Kıvanç Tatlıtuğ, Mert Fırat, Belçim Bilgin, Ahmet Mümtaz Taylan gibi usta oyuncuların bulunduğu, Yılmaz Erdoğan’ın yazıp yönettiği Kelebeğin Rüyası adlı filmde anlatılmıştır.
Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu, Garip akımının etkisinde sade, içten ve samimi bir üslupla eserler vermiştir. İki şair de şiirlerinde "küçük insan"ın gündelik yaşamına, duygularına ve dertlerine odaklanmış, vezinsiz ve kafiyesiz bir söylemi tercih etmişlerdir. Rüştü Onur, melankolik bir tonla ölüm, hüzün ve yaşamın kırılganlığını işlerken; Muzaffer Tayyip Uslu, yaşam sevinci, arkadaşlık ve insani duyarlılıklara ağırlık vermiştir. Her ikisinin de eserlerinde yalın bir gerçekçilik, mizah ve hayata sıkıca bağlılık göze çarpar; ancak erken ölümleri, edebi üretimlerini sınırlı bırakmıştır.
Sanırım şimdi ne demek istediğimi anladınız. Hakikaten düşününce, bu iki adam yirmilerinde değil de ihtiyarlıklarında vefat etselerdi, bize ne şaheserler bırakırlardı kim bilir! Fakat bu durumda bize sadece bırakabildikleri kadarıyla yetinmek, en azından onlara sahip olabildiğimiz için müteşekkir olmak kalıyor.