CAM KIRIĞI

Behçet Koray


‘’Sadakallahülaziim. El Fatiha!’’

Hocanın Fatiha deyişinin 3 saniye sonrasında amin diye indi eller suratlardan aşağı. Dua arasından sonra misafirlere pide ve ayran dağıtmaya devam etti Gülender. Bu, hayatı boyunca karşılaşacağı akıl dışı Türk adetlerinden yalnızca biriydi. Bir yandan ‘’afiyet olsun’’ diyor, bir yandan da zamanında dedesine hayırsızlık eden akrabalarının üzülmüş gibi yapmalarını seyrediyordu. İçinden ‘’Hastayken bir kere gelip sordunuz sanki!’’ diye geçirirken X bir teyzeye tuzlu ayran uzattı:

‘’Buyur, teyze.’’

‘’Dedenin ruhuna değsin kızım.’’

‘’Çok umurundaydı dedem…’’ diye mırıldandı, Gülender. Afallayan teyze:

‘’Efendim, kızım?’’

Kızının suratsızlığından ve teyzenin kafası karışık ifadesinden durumu anlayan Fatma, onların yanına gidip misafirlere yapmacık bir gülümseme gösterdikten sonra Gülender’i kolundan tutup mutfağa götürdü:

‘’Ne biçim konuşuyorsun Gülcan teyzenle! Akrabalarımızla düzgün geçin diye kaç kere diyeceğim ben sana?’’

‘’Tabii, akrabalarımız! Dedemin arkasından ne kadar söven, hayırsızlık eden adam var hepsi akrabalarımız!’’

Bu lafın üzerine Fatma, o kadar da sinirlenmese bile çocuk disipline etme konusunda başka bir şey bilmediği için Gülender’in kafasına bir tokat attı:

‘’Terbiyesiz! Bir daha böyle konuştuğunu görmeyeceğim! Anladın mı? Şimdi çabuk dedenin odasına git, gardırobundaki siyah ceketi getir. Veli’ye vereceğiz onu.’’

‘’Ama anne, o dedemin en sevdiği ceketiydi!’’

‘’Kes! Sen küçüksün, sana laf düşmez!’’

Son dua okundu, son kez ‘’sadakallahülazim’’ dendi ve topluca kalkıp gitti akrabalar. İçinden ‘’sonunda!’’ diyen Gülender, annesiyle ortalığı toparlar toparlamaz kıyafetlerini değiştirdi ve dedesinin mezarına doğru yürümeye başladı.

Mezarlığa vardığında altmış, altmış beş yaşlarında, kirli ve kır sakallı, kel bir adamın dedesinin mezarına oturmuş dua ettiğini gördü.

‘’Pardon!’’. Yaşlı adam, Gülender’e döndü:

‘’Buyur, kızım.’’

‘’Bu benim dedemin mezarı da… Siz kimsiniz?’’

‘’Dedenin mesai arkadaşıyım. Adım Sami.’’

‘’Mesai arkadaşı mı? İyi de benim dedem tek başına ticaret yapıyordu.’’ Yaşlı adam gülümsedi:

‘’Ticaretten önce güvenlik görevlisiydi.’’ Gülender şaşırdı, zira dedesinin eski bir güvenlik görevlisi olduğunu bilmiyordu.

‘’Yanıma otur da sana bir anımızı anlatayım.’’

꙰꙰꙰

Sene 1985, mevsim kış. Kenan Evren cumhurbaşkanı, sağ-sol çatışmaları durulalı çok olmamış, darbe anayasasını baskısız kabul etmiş olan halk, işine bakıyordu. Zonguldak’ta, Türkiye Taşkömürü Kurumu’nda güvenlik görevlisi olan Serhat, küçük kulübesinde mesai arkadaşı Sami ile oturup sigaralarını tüttürürken bir yandan da radyodan neşeli bir türkü dinliyordu. Nakarat kısmı gelince birlikte mırıldanmaya başladılar:

‘’Dağlarin guzeli,

Yaylalarun incisi,

Yureğimun parıltisi,

Sevmelere doyamam oy!

Sevdalidur çiçeğum,

Olsun senden uşağum,

Gel ha buraya sevduğum,

Kendimi tutamayrım oy!’’

Türkünün güzelliğine kapılıp ayağa kalkan Sami, Serhat’a ‘’aç sesi, aç!’’ diye seslendi. Serhat’ın da Sami’nin horonuna katıldığı esnada birden cam kırılma sesiyle irkildiler.

‘’Ne oluyor lan?’’

Pencereden dışarı baktıklarında kara kaşlı, kara gözlü, zayıf, orta boylu bir çingene gencin onlara baktığını gördüler. ‘’Hayırdır?’’ demeye bırakmadan gencin ‘’o…pu çocukları!’’ diye bağırıp koşmaya başlamasıyla Sami’nin kedi görmüş köpek gibi genci kovalaması Serhat’a pek bir fırsatı bırakmadı, Sami’nin peşinden kovalamaya koyuldu.

‘’Ulan kulübeyi de boş bıraktık...’’

Gencin hızı güvenlik görevlilerine yemelerine ve sporlarına dikkat etmelerini hatırlatan cinsten olsa da bölgeyi gençten daha iyi biliyor olmaları iki buçuk, üç dakikanın ardından Sami’nin genci yakasından yakalamasını sağladı. Sami onu duvara dayayıp bir yumruk atarken nefes nefese dinlenen Serhat sordu:

‘’Lan a…a kodumun çocuğu, neyin peşindesin lan?’’ Pişmiş kelle gibi sırıtan çingene genç:

‘’Arkadaşım demirleri rahat çalsın diye abi. Sırtlamıştır çoktan.’’

Mevzuya o an ayıkan güvenliklerden Sami, hemen maden demirlerinin olduğu bölüme koşmaya başladı. Serhat’ın ‘’dikkat et!’’ diye bağırmasını fırsat bilen genç yine kaçmaya başlasa da bu kovalamaca on metreden fazla sürmedi. Serhat genci tuttu, ağzını burnunu kırdıktan sonra ‘’rahatça kurtulabileceğini mi sandın lan!’’ diye bağırıp bir çite kelepçeledi.

‘’Seninle sonra ilgileneceğim!’’

Serhat, arkadaşının koştuğu yere gitti. O bölgeye geldiğinde Sami’yi diğer çingene tarafından boynuna çakı dayanmış, silahı uzak bir yere fırlattırılmış halde görür görmez silahını doğrulttu ve arada beş metre mesafe kalana kadar yaklaştı:

‘’Bırak lan bıçağı!’’

‘’Yaklaşma, çizerim!’’

‘’Ulan onun kılına zarar gelsin delik deşik eder kevgir diye taşlı pirinç yediririm sana!’’

‘’Yaklaşma dedim lan artist!’’

Serhat, iş arkadaşıyla göz göze geldiğinde Sami’nin karısını ve çocuklarını düşünen bir korku içinde olduğunu gördü fakat ne yapacağını bilemiyordu.

‘’Yavaşça uzaklaş yoksa çizeceğim bunu!’’

‘’Gitmiyorum lan bir yere!’’

Serhat’ın direnmesinin üzerine diğer gencin Sami’nin boynuna bir çizik atmasıyla Serhat:

‘’Tamam, tamam! Gidiyorum yavaşça.’’

‘’Silahını bırak, öyle git!’’

Serhat tam silahı yere bırakmak için eğileceği esnada gencin arkasına baktı, ‘’buradayız komiserim!’’ diye bağırmasıyla çingenenin arkasına bakmak için yan dönmesiyle bacağına bir el ateş etti.

Hemen kendini yere atan Sami, korkudan nefes nefeseydi. Tam yaralı gence vuracaktı ki Serhat kolundan tuttu:

‘’Yaralı, oğlum. Delikanlı demezler adama sonra.’’ Hâlâ sinirli olan Sami:

‘’İyi, öbürünü de alalım, karakola götürelim. Kelepçemi kulübede bıraktım. Alayım da geleyim.’’

Karakolun girişinde gençleri kolluk kuvvetlerine teslim ettikten sonra Serhat, Sami’ye ‘’Kulübe boş kaldı. Sen git, ben hallederim’’ dedi ve içeri girdi. Başkomisere ofisinde bütün olayı anlattı ve ekledi:

‘’… ama tutanak tutmayacağım.’’ Başkomiser:

‘’Ne demek tutanak tutmayacağım?’’

‘’İki serseri için uğraştırma beni komiserim.’’

‘’Olur mu yahu! Tutanak tutmazsan gene yapar bunlar.’’

Başkomiserin yaklaşık beş dakika süren ikna etme çabasının ardından Serhat, başkomisere hak verdi:

‘’Tamam, kağıt kalem verin.’’

Tam ellere kağıtlar kalemler alınmış, tutanaklar yazılıyordu ki kapıdan geçen bir polis durdu, içeriyi süzdü.

‘’Bu çocuğu tutuklayamazsınız.’’ Şaşkın bir ifadeye bürünen başkomiser:

‘’Niyeymiş?’’

‘’Bu çocuk belediye başkanının oğlu.’’ Başkomiser bir anda elinden kalemi düşürmesiyle hafiften şaşıran ve sinirlenen Serhat:

‘’Hayırdır komiserim?’’

‘’Yahu çingene değilmiş bunlar, bu da belediye başkanının oğluymuş.’’

‘’Ne olmuş yani? Sen polissin. Adaletse herkese adalet.’’

‘’Olmaz, zor duruma düşerim.’’

‘’Beni ilgilendirmez. Ben yazacağım bu tutanağı.’’ Korkuya kapılan başkomiser:

‘’Sakın ha! Mafya gibi adamla karşı karşıya mı getireceksin beni?’’

‘’O mafyayla savaşmak da senin görevin!’’ Çaresizlik hisseden başkomiser:

‘’Yani… Ne yapayım, ne istiyorsun vazgeçmek için. Para mı?’’ Bu sözler, Serhat’ı hiddetlendirdi:

‘’Sen beni hırsız mı sandın komiser? Rüşvet mi teklif etmeye utanmıyor musun sen bana?’’

Başkomisere bağırdıktan sonra misafir başkomiserin masasındaki açılmamış sigara paketini ve misafirlerin kullandığı masada bulunan Muzaffer Tayyip Uslu’nun Şimdilik adlı kitabını gören Serhat, ‘’Şu kitaba ve pakete vazgeçerim’’, dedi.

Başkomiserle el sıkıştıktan sonra paketten ağzına bir dal koyan Serhat, türkü söyleyerek kulübesine doğru yürümeye başladı.

꙰꙰꙰

Gülender, mezar taşına bakarken dedesinin bilmediği yönlerini öğrenmenin ağırlığını hissetti. İçinde beliren buruk saygıyla hafifçe gülümsedi. Sami’nin anlattıklarıyla dedesine karşı duyduğu üzüntü hayranlığa dönüştü. Yavaşça ayağa kalktı, Sami amcasına selam verip mezarlığın merdivenlerini yavaş yavaş inmeye başladı.