BİR KABUS
BİR KABUS
“İnsanların çoğunun zaman zaman durup düşlerin muazzam önemi ve onların ait olduğu karanlık dünya üzerine düşünüp düşünmediklerini sıklıkla merak ederim. Geceleri gördüğümüz görüntülerin büyük çoğunluğu uyanıkken yaşadığımız deneyimlerin gerçekliğinden uzak, belirsiz düşünceler olabilir. Yine de kavranılamaz ve olağandışı niteliği sıradan yorumlarla açıklanamayan, heyecanlandırıp rahatsız eden etkisiyle fiziksel yaşamdan hiç de az önemli sayılamayacak, ama bu yaşamdan aşılmaz bir engelle ayrılmış ruhsal varlık alanından anlık görüntüler olduklarını düşündüren çok sayıda düş kalıyor geriye. Ben kendi deneyimlerime dayanarak, dünyevi bilincini yitiren adamın, daha sonra uyandığında önemsiz, kopuk kopuk şeyler anımsadığı, maddi olmayan ve bizim bildiğimiz hayattan tamamen farklı nitelikte bir dünyada konuk olduğundan hiç şüphe duymuyorum.”
Howard Phillips Lovecraft, 1919
“Eski günlerde, yıldızlar henüz gençken ve evrenlerin sınırları ince bir örtüden ibaretken, göklerde özgürce dolaşan bir varlık vardı; henüz yalnızca karanlık varken, mutlak hiçliğin fısıltılarının birbiri ile anlaşamamasından doğmuştu. İşte bu varlık, Kahn'llyk’ın doğumu kutlu bir doğum değil; ilham ve umutsuzluğun iç içe geçtiği, kaotik bir sanrı idi. Bu yaratılma eylemi hem bir nimet hem de bir lanetti, çünkü Kahn'llyk'i—ne tamamen ilahi ne de tamamen ölümlü, ama düşünce ve gerçeklik alemleri arasında asılı duran bir varlığı—ortaya çıkardı. Ne yapacağını bilmezken, henüz şafağın altın ışıklarıyla öpmediği diyarlarda serbestçe dolaştı. Evren yaşam ile şereflendirildiğinde küçük kabileler onu tanrı sayıp tapınır oldu, o ise ilham armağanını aramaya cesaret edenlere bahşetmeye başladı. Ancak şairlere, ozanlara, ressamlara, müzisyenlere, hikâye yazarları ve heykeltıraşlara bahşettiği her ilham kırıntısı ile birlikte, seçilmişlerinin zihinlerine bir tane de delilik ipliği dokuyordu. Gücü büyüdü, ölümlülerin rüyaları ve sanrılarıyla beslendi, ta ki ölümlüler arasında hem saygı hem de dehşet uyandıran muazzam bir figür haline gelene dek. Kahn'llyk'in görüntüsü sürekli değişiyordu, hayal gücünün ufuklarında dans eden bir vizyonlar kaleydoskobu gibi. Şairler ve sanatçılar için, yıldız ışığı ve gölgelerden dokunmuş bir cüppe içinde, gözleri binlerce anlatılmamış hikâyenin kıvılcımıyla parlayan bir ulu olarak görünüyordu.
Bu satırları okuduktan sonra başımı kaldırdım. Önce yalnızca tozlu bir parşömen yığını görmekte iken değişen görüş açım bana bir balkonda oturmakta olduğumu gösterdi. Bu balkonun manzarası öyle alelade bir görüntü değildi. Karşımda ölü bir şehir duruyordu. Birkaç saniye için korkuya kapıldım, fakat sonra hatırladım: Zothar’Keth ölü idi. Yıldızların arasında saklı kalmış olan bir medeniyetin bir zamanlar en önemli mücevheriydi bu kent. Başına ne geldiğini söylemek zordu. Birçok düşünürün farklı teorileri vardı fakat filozofların işi zaten fikir üretmekti. Kişisel kanaatim burada bir felaket yaşandığıydı. Seyahatlerim sırasında duyduğum kadarıyla da kendimi üzerine okuma yapmaktayken bulduğum tanrı ile ilgili bir felaketti üstelik. Neden yalnızca tek bir tanrıya, Zal-Takkath’a tapınan bir şehrin sonunu farklı bir tanrı getirdi, bilmiyorum. İnsanlar gibi, tanrıların da arasında çekişme olabilir elbette, bunun da bilincindeyim. Önümdeki yığının içinden başka bir parşömeni okudum bu kez:
Önce, dört köşeli sunağın etrafında toplanılacak ve bakire kurbanın kanı, sunağın merkezine akıtılacak. Kanın her damlası, Zal-Takkath Efendimizin ruhuna bir adak olarak sunulacak. Kurbanın son nefesi, ritüelin tamamlanması için en önemli andır. Bu nefes, rahiplerin duaları ve eski dilimizdeki ilahilerle birlikte, tanrımızın karanlık göğsünde yankılanacak.
“İnsan kurban etmek…” dedim kendi kendime, “Ne kadar medeniyetsiz.”. Belki de Kahn’llyk kendi intikamını alıyordu, acaba kastî bir şekilde ilahi bir savaş mı çıkartılmıştı, onun rahiplerinden biri mi katledilmişti veya kutsal bir alanı mı kirletilmişti?
Bana kalırsa bütün tanrılar korkunç bir sonun farklı yüzleriydi. İnsanlar onlara teslim olduklarında o ya da bu sebeple daima başlarına hayırsız işler açılırdı. Bu yüzden yaratılışta yaşanan milyarlarca olayı ben yalnızca izlerdim; izler ve düşünürdüm. Merak zihnimi, bir bedeni kemiren sıçanlar gibi eşelerdi ancak ben kendimi ve yaşamımı herhangi bir gizemi çözmek uğruna tehlikeye atamayacak kadar çok seviyordum. Anlamlandırabildiğiniz üzere, rüyalarımda evrenleri arşınlayan bir gezgindim ben. Fakat oldukça ihtiyatlı bir gezgin. Bir zamanlar ticaret merkezi olan bir başkentin sonunu getirecek kudretteki Kahn’llyk ya da her neyse, benim de sonum olsun istemezdim. Bu karanlık düşüncelerden bir meltemin yüzümü şefkatle okşayışı sayesinde kurtuldum. Görüyorsunuz ya, inanç ve uçarı bağlılık benim kaçındığım hakikatlerdir. Zothar’keth’e gündüz vakti, mimarisine hayranlık duymak için gelirdim. Bu kez de öyle olduğunu düşünüyordum. Ancak önümde açık halde durmakta olan parşömenler bir şey mi anlatmaya çalışıyordu bana? Balkondan aşağı veya yukarı mı bakmalıydım yoksa? Duyduğum sırtlan kıkırdamaları ve karga gaklamaları kesilene kadar bekledim. Yalnızca rüzgârın uğultusu kaldığında kafamı şehirden tarafa çevirdim.
Az evvel silüetini izlemekte olduğum şehre şimdi daha yakından bakıyordum. Yukarıdan başladım seyretmeye. Zothar’Keth gerçekten de lanetlenmiş bir şehirdi: Göğe uzanan, koyu renkte, aslını bilmediğim taşlardan yapılmış kulelerini bacakları gibi yanlara doğru açmış, küçük küçük mermer tapınakları ile pençelerini altında bulunan kızıl toprağa geçirmiş, şehrin tam ortasında yer alan ve girişi tarihinin farklı dönemlerinden kalma sütunlarla dolu görkemli kraliyet sarayı ile sanki dişlerini gösteren bir iblis, cehennemin derinliklerinden salıverilmiş bir şeytandı. Dar sokaklarında ne etten ve kemikten bir canlı ne de hayaletler, cinler veya başka varlıklar vardı. Yüksek duvarları ve diğer yapıtlara göre daha iptidai şekilli evleri onlarca çağın tozu ve kiriyle örtülmüştü. Habis bir yaratık olan bu şehirle göz gözeydim sanki. Fakat artık bir zamanlar olduğu gibi kana susamış değildi, yorgundu. Benimle savaşacak hali kalmamıştı besbelli. Onu cezalandırmakta olan boğucu sıcak ve kuru hava, etrafını bir deli gömleği gibi sarmış, hareketlerini kısıtlamıştı. Ben her zamanki gibi, manzarasını izlemeye değer bulduğum bir noktada, farklı dillerde yazılar okumayı sevdiğimden, astronomi kulesinin balkonundaydım. Terk edilmiş şehirlere zaman zaman uğradığımda rastgele tabletler, belgeler ya da kitaplar okumayı severdim. Çok az da olsa tedirgin olduğumdan Zothar’Keth’e veda etme vaktinin geldiğini hissettiğimde önümdeki parşömenleri kaldırıp arkamdaki rafa koyacakken küçük bir tanesi aradan sıyrılıp önümdeki soluk kırmızı renkli masaya düştü ve kendiliğinden açılıverdi:
“Başsız, yüzsüz ve de cansız tebaası ile,
İçe göçmüş şehirde tek başına yaşar.
Tanrılara en yakın olduğu yerde oturur.
Ve yüz rahibenin cesedini diriltmiştir.
Etraflarında dolaşır, en güzel olanlarının,
Uzuvlarını hareket ettirerek,
Elleri üstünde yürürken sessizce,
Tohumunu ölü rahimlerine bırakır.
Evlatlarına kavuşabilmek için,
Güzelliklerine hayran olduğu eşlerinin,
Nefes alacakları günü bekler durur.”
Bir mersiye miydi, yoksa bir methiye mi? Anlamlandıramasam da içimi hayal gücümün körüklediği bir merak kapladı. Daha önceden görmediğim bir parşömen, bana daha önce hakkında hiçbir şey okumadığım bu kişiyi tanıma arzusunu verdi. Aniden gelen bu tuhaf merak ve arzuyla yanıp tutuşmakta olduğum esnada etraf bulanıklaşınca uyanacağımı sandım, fakat öyle olmadı. Gezegenin tam tepemde duran iki güneşi sedasızca ilerlemekte oldukları doğrultuda bir an için donup kaldı. Sonra daha önce rastlamadığım bir surette geriye, hızlıca doğuya doğru gitmeye başladı. Bakakaldım, ikisi birden ne kadar benden kaçsa da, onları kovalayan ne ay ne de yıldızlar vardı. Bu rüya içinde rüyada çarpık ve de sinsi fısıltılar duymaya başladım. Duyduklarımı bir yandan da anlamlandırıyordum: “AARGH! ELİ’MM-DENN KGAÇ-THI KGE-LYNN! Am’ma nass-sıl olssa ginnae gell’eccekh HA!” “Bu’u kezh cann-llı ille denn’neyecc’em AGH!” “Nasshıl hissg’ediyorsun? Se-en benimh ilk-gimsin... İnahn banaa böyh’lessy çohk daaa i-i, dişşhillik doğurg-kanlık demeg’ktir…” “Dayanıy-yorum, dayanıy-yorum ama nereğe kadar? Bir kezh de sizin’nile deneyeceğim, durrmayın oradah öyyle!” “Azh kaldı, artık eminim… Çok azh kaldı… Ay ile güneş birkaç kezh daha yer değiştirmelli sadece…” “Sizin kralınız benim! Önümde eğilin, eğilin diyorum! Neden sözüme hürmet etmiyorsunuz fahişeler?” “Derhal sürülsün! Muhafızlar, atın bu kısır orospuyu dışarı!” “Vaazlarınızda bana da yer vermenizi istiyorum, böylece görürler, herkes görür.” “Sham’mash’tan gelecek olan baharatlar geldi mi? İyi, iyi.” “Nasılsın, işler nasıl? Ben de iyiyim.” Demek Zothar’Keth’in dili konuşulduğunda böyle duyuluyordu. Gittikçe hiddeti azalan, iki mukavvanın birbirine sürtülmesine benzeyen bu garip sesler cümbüşünde hiçbir mana aramadım. Rastgele cümleler, ardı ardına söylenmişti sanki, yalnız dildeki farklılaşmanın sebebi belki de sesli harflerin zaman içerisinde sessiz harflerin yerini alması idi. Ara ara inlemeler de duymuştum ve bunun dilin içerisindeki bir ünlem sesi olduğuna kanaat ettim. Kulaklarımdaki çınlama artınca, gözlerim de karardı ve onları kendisine kilitleyen güneşler gözden kaybolana dek de ne başka bir ses duyabildim ne de bir şey görebildim…
Bilincimi tekrar kazandığımda hala aynı balkondaydım. Önümde parşömenler yoktu. Kavurucu güneş ışığı gitmiş, gökyüzünü derin bir griliğe terk etmişti. Doğrusu böyle bir olay ilk defa başıma geliyordu. Masanın rengi az önceki halinden daha kırmızıydı ve eskisi kadar tozlu değildi. Ara ara bir şey içeri girer diye ürpererek baktığım kapının gevşek menteşeleri bu defa sağlam görünüyordu, hatta bu kez kapının bir kulpu dâhi vardı. Derimin altında bir yerde tedirginlik hasıl oldu. Şehre baktığımdaysa gözlerime inanamayacağım bir manzara gördüm: Zothar’Keth halkı yaşıyordu! Eskiden Pazar yeri olduğunu anlamadığım kısımda şimdi gölgeden korunmak için büyük çadırlar vardı. Altı bacaklı ve zümrüt renginde tüyleri olan bir yük hayvanının yularını tutan bir tacir gördüm. Zothar’Kethlilerin sarı tenli olduklarını gördüğümde böyle bir iklimde nasıl tenlerinin koyulaşmadığına hayret ettim. Hava sıcaklığının artması yaşadıkları elim olaylardan sonra mı gerçekleşmişti? Sonra, kentin kalbine yakın bir açıklıkta kara ve desensiz cüppeli bir rahip, onu dinlemekte olan bir düzine kentliye vaaz eder vaziyette durmuş, belki boğazını temizliyor veya önündeki kutsal kitapta kaldığı yeri bulmaya çalışıyordu. Bir adam, çocuğunun elinden tutmuş, ona elindeki bir nesneyi, belki bir oyuncağı, gösteriyordu. Bunun kuzeyinde, büyük kazanlar dizilmişti, içlerinde kaynamakta olan yoğun, altın rengi bir sıvı vardı. Bu kazanların yanında ise ölüler bulunuyor, tahminimce kendi kültürlerince ölümden sonraki yaşama hazırlanıyorlardı. Beş saniye içinde görebildiklerim bunlardı fakat manzaraların içinde en göz alıcı olanı sarayın önündeki davetti. Kutsal rahibelerden oluşan bir kalabalığın ortasında, arkası dönük bir adam duruyordu, önünde eğilmiş rahibeye bağırarak bir şeyler söylüyor, azarlıyor ya da dini bir ritüel gerçekleştiriyordu. Yine onun gibi arkası dönük kişiler, giyim-kuşamlarından şehrin ileri gelenleri olduğunu tahmin ediyordum, oturmuş dikkatlice rahibenin önünde duran adamı dinliyorlardı. Müthiş bir heyecan içinde ve aklımdaki soruların cevaplarını bulmak umuduyla, hızlıca oturmakta olduğum yerden kalktım. Arkamı döndüm. Kuleye girip aşağı inmek için kapının kulpuna sarıldım. Gıcırtıyla açılan kapının ardında görece karanlık, küçük bir oda buldum. İçeride bir başkasının oturmakta olduğunu tam merdivenlerin olduğu kısma geçişi sağlayan kapıyı açarken fark ettim. O da beni sonradan görmüş olacak ki bir çığlık koparıverdi. “Nesin sen, kimsin sen? Tanrılara lanet olsun! Sonsuz acılar içinde, asla sona ermeyen bir uykuda, düşlerin en karanlık çehrelerinde hapsolacaksınız! Zal-Takkath’ın gazabı, sizin için bir son olmayacak, çünkü onun laneti müebbet bir azapla sizi çevreleyecek! Size lanet olsun, hain iblisler, kimseniz ve neyseniz size lanet olsun! Sanat dediğiniz bu garabet ile birlikte en derin kum okyanuslarına gömüleceksiniz! XAL THA-ABBRAX AGHMAAB! XAL MEGH-AAB! SHU-ENN GHA XSAH MAA…”
Vücudumun kontrolünü nihayet sağlayabildiğimde, elimle karşımdaki duvarın önüne sinmiş ihtiyarın bir çeşit büyü yapmakta olan ağzını kapattım. Bana karşı gelmedi, konuşmaya da devam etmedi, gözlerini refleks olarak öyle açmıştı ki, kirpikleri kaşlarına değiyordu. Sakinleştiğinden emin olduğumda elimi ağzından çektim. Bu kez gözlerini biraz olsun kısmıştı. Daha derin nefesler alarak konuştu: “Seni o sandım, genç adam. Kusuruma bakma. Tanrı yardımcımız olsun, umarım sesim dışarıdan işitilmemiştir.” “Nasıl yani?” diye sordum, “Kim sandınız?”. “O, san – DUR, ayak seslerini duyuyor musun?” İhtiyar rahip gözlerini tekrar fal taşı gibi açtı, bir süre sonra duymaya başladığım, balkondan gelen belli belirsiz patırtıya bakılırsa biri bu yana doğru koşturuyordu. Bu kavimden olanların işitme duyuları çok gelişmişti besbelli. Ayağa kalktı, ince bilekli elleriyle beni omuzlarımdan tutup ittirmeye başladı. Yaşına göre fazlaca kuvvetliydi. “ÇIK, ÇIK BURADAN! ÇIK! UĞURSUZ, DEFOL!” Arkamdan kapanan ahşap kapının ardındaki sürgü sesleri ve şahsıma edilen lanetler azalırken, ayak sesleri artıyordu. Merdivenin korkuluklarına tutunarak iki-üç kat aşağı indim ve öne doğru eğildim: “Selam olsun! Kusura bakmayın, ben yalnızca bir gezginim. Bu odadaki rahip sanırım beni hırsız sandı. Yıldızlar ötesindeki bir insan medeniyetinden geliyorum.” Dedim fakat kendi dillerinde yaptığım açıklamama bir cevap alamadım. Ağız yapıları bizimkinden oldukça farklı olduğu için, belki anlaşılamadığımı düşündüm. Ayak sesleri yeterince arttığında, döner şekilde dizayn edilmiş, ortası boşluklu merdivene varmış olan silüeti de anlamlandırabildim. Sarayın önünde rahibeleri azarlamakta olduğunu düşündüğüm adamdı bu. Fakat şimdi çok daha yakından seçebildiğim kadarıyla, görüntüsü ve postürü hiç iç açıcı değildi: Tahmin edemediğim bir hastalığın pençesinde kavrulmuş yüzü solgun, ay ışığı gibi bembeyazdı, mavi ve mor renkteki damarları, irin dolu kabarcıklarla, patlamış ve kabuk bağlamış sivilcelerle kaplı pürüzlü, içi kurumuş kan ile dolu çatlaklı, iskeletine bol gelen derisinin altında bir örümcek ağını andırıyordu. Keskin ve belirgin elmacık kemikleri ve ucu yarık burnu bir leş kargasının suretini andırıyordu. Derin çukurların içinde kaybolmuş gözleri, sağlıksız bir sarı renkle lekelenmiş, ince ve çok sayıda kırmızı damarlar kendilerine göz akında yer edinmişti. Yer yer dökülmüş saçlarından geriye kalan tutamlar yağ içindeydi ve hareket ettikçe tekinsiz bir şekilde dalgalanırken, dışarıdan gelen aydınlığın yansıması ile parlayıp sönüyordu. Göğüs kafesi kuş hastalığından mustaripmişçesine, doğal olmayan bir şekilde içeri göçüktü. Yürüdüğünde incecik bacakları bazen ileri, bazen de geriye doğru bükülüyordu. Basamakları çıktıkça korkulukları saran çarpık el parmakları, yüzü ile aynı renkte değil, aksine kapkaraydı. Ten rengine bakıldığında elleri de gümüşün oksitlenip kararmış haline benziyordu. Hastalıklı bir yeşil paletinin farklı tonlarındaki tırnakları ise aynı zamanlarda kırılmadıkları için değişik uzunluktalardı. İnce ve uzun bir bedene sahip bu garip varlık, bazen öne eğilip elleriyle, bazen de ayaklarıyla merdiveni hızlıca tırmanmaya başlamıştı, kafasını yukarı kaldırıp bana baktığında iğrenç mahlukun gözlerinin karasını gördüm: Dökülmüş kaşlarını en kutsal saydığı varlığa karşı büyük bir suç işlemişim gibi çatmıştı, gözlerinin sararmış akıysa kaybolmuştu. Tarif edilemez bir korku aldı beni, hemen arkamı döndüm, bulunduğum kattaki kapıya yüklendim, şükür ki kilitli değildi, hızlıca balkona çıktım ve sonuçlarını düşünmeden, gözümün kestiği bir konutun damına atladım. Buradan da dar bir sokağa indim. Peşimdeki yaratık da benim izlediğim yolu takip etmişti, görmesem de hissedebiliyordum, kararmış el ve ayaklarının yere teması ile çıkardığı bozuk ritimli sesini duyuyordum. Tanrım, doğal yaratılışı bu denli bozulmuş bir varlık… Çok yüksek bilinç düzeyine sahip varlıkların gördüğü, en korkunç ve hiddetli kabusların bir tezahürü idi bu sanki. Labirent gibi sokaklarda rastgele bir şekilde ilerlerken şükür ki bir açıklığa vardım; bir rahibin halka vaaz etmekte ya da okuma yapmakta olduğu açıklığa. Farklı bir din de olsa, inancın vermiş olduğu güven hissine sığındım. Benden çok daha güçlü bir varlığın beni koruyacak oluşu duygusu ile biraz olsun rahatlamış hissettim. Avazım çıktığı kadar: “Yardım edin!” diye bağırdım yanlarına vardığımda. “Yardım edin ne olur, canavar!” diye ekleyebildim kendimi açıklama maksadıyla fakat kimse dönüp bana bakmadı. Daha da yaklaştım: “Lütfen, ne olur!”
Gördüğüm manzarayı anlamlandırabildiğimde daha derin bir dehşete düştüm. Bu anlatılması çok güç ve derin bir duygusal karmaşa idi. Vaizin ve onu dinleyenlerin hareketsiz olmalarının sebebi rahibin kutsal kitabında kaldığı yeri araması değil, bu insanların bir tür balmumu ile kaplanmış olmalarıydı; yani hepsi tahnit edilmiş cesetlerdi… Pozları öyle ayarlanmıştı ki, çok yakından bakılmadıkça anlamak imkansızdı. Bu büyük ölçüde çarpık ve şeytanî bir ustalık gerektirirdi besbelli. Grup içerisindeki çocuklar, kadınlar, erkekler… Hepsi tahnit edilmiş ve heykelleştirilmişti. Bu korkunç hakikatle yüzleşir yüzleşmez tekrar koşmaya başladım. Peşimdeki yaratığın iyiden iyiye yaklaştığının farkındaydım. Hızlı hareket ettiğinden vücudundan akan irinin taş zemine damlayarak şıpır şıpır sesler çıkardığını duyuyor gibiydim veya korkumdan duyduğumu zannediyordum. Tekrar hareket aldım, koşmaktayken çocuğuna küçük bir enstrüman, bir harp, oyuncağı göstermekte olan babanın cesedini devirip geçmek zorunda kaldım. Katılaşmış ceset yere düştüğünde dâhi kırılmadı veya bozulmadı.
Beş dakika kadar daha kaçtıktan sonra kendimi antik sarayın önünde buldum. Emindim, burada oturanlar da ancak ölüydüler. Lakin ben daha kötüsü olamaz diye düşünürken, gördüğüm kabus içerisinde denk geldiklerimden bile daha kerih eylemlere tanık oldum: oturaklara dizilmiş soyluların hepsi erkekti ve hepsinin vücutlarının çeşitli yerlerine farklı boylarda kılıçlar, hançerler ve bıçaklar saplanmıştı, bazıları daha büyük suçlar işlemiş olmalıydı nitekim disfigür edilmişlerdi, bunların vücut parçaları eksikti. Farklı doğal taşlardan imal edilmiş sütunların üzerinde yer alan tanrı figürleri kırılmış, parçalanmış, mürekkep benzeri maddeler ile boyanmış veya Zothar’Keth’lilerden tahnit edilmeyecek kıymette olanların yüz derileri ile kapatılmıştı. Bu sütunlara ayrıca yabancı olduğum bir alfabede yazılar yazılmıştı. Rahibeler diğer herkesten daha iyi bir işçilik kullanılarak balmumu ile kaplanmıştı, fakat yalnızca belden yukarısı… Bacakları ve rahimleri olduğu gibi bırakılmıştı ve o lanet olası yaratığın rahibe esvabı giydirmiş olduğu kadın ve erkeklerin çürümüş bedenlerine neler yapmış olduğunu anlatmaya midem müsaade etmeyecek. O anda da öyle olmuştu, gördüklerimden sonra midem sanki olduğu yerde büzüştü, içerisindeki her şeyi dışarı atmak istercesine hareketlendi, başım hızla dönmeye başladı ve kalbim bedenimden çıkıp göğe yükselecek gibi atıyordu. Burnum duyduğu ufunet karşısında artık işlevini yitirmişti. Beynim de farklı durumda değildi. Bacaklarım onu dinlemez olmuştu. Sadece arkamı dönebildim ve insanlığını uzun zaman önce yitirmiş grotesk şeytanla burun buruna geldim. Yüzü birden çarpıldı ve ifadesiz suratına bir gülümseme yerleşti. O an bedeninde kafası hala bulunan humanoid-heykellerin de aynı surette gülümsediğine yemin edebilirdim. Ters tanrıların yaratığı koluma yapıştığında var gücümle kendimi geriye çektim, sütunları geçerek içeriye, sarayın avlusuna girdiğimde ardımdan ulumaya benzer bir ses, belki bir sevinç çığlığı duydum. Binlerce yıllık bir medeniyetin başarılarını anlatan kabartmalarla süslenmiş duvarların arasından umarsızca geçtim, önce sağa, sonra sola saparak bir zamanlar taht odası olduğuna kanaat ettiğim uzunca bir odanın kapısını arkamdan örttüm ve duvara yaslı şekilde durmakta olan mızraklar ile tahkim ettim. Bir nebze de olsa rahatlamıştım ve nefes alışverişim normale dönmüştü. Canavarın pençelerini geçirdiği bileğimde hafifçe bir yanma vardı. İnce uzun parmaklarının izi derimde hala duruyordu ve yakında da gideceğe benzemiyordu. Midem özellikle odanın içerisinde yer alan iki görüntüden sonra ise şimdi daha da beter bir durumdaydı: Büyük bir altın işlemeciliğinin ürünü olan tahtın üzerinde kesik kol, bacak ve kafalardan oluşan Afrika’daki yamyam kabilelerinkini andıran totem benzeri bir put oturmaktaydı. Bu totem yukarıya doğru çıktıkça duvarla bütünleşiyordu. Kollardan bir ağzı, bacaklardan kaşları ve kesik başlardan gözleri vardı. Bu kafanın iki yanındaki duvarlar kurumuş kan ile yazılmış farklı dillerde yazılar ile doluydu. Hiçbirini anlayamıyordum, fakat yazıların da üstüne çizilmiş sigilin Kahn’llyk’e ait olduğundan emindim. Ben mührü görür görmez sarayda yaşayan tek kişinin, tabii öyle bir pisliğe yaşıyor denilebilirse, kapının ardına vardığını anlamama sebep olan bir TAK sesi duydum. Yürüme hızım yavaşlamıştı. Korku tüm bedenimi sarmış bir haldeyken tahtında umarsızca dururken bana aldırmayan, belki de sinsice hizmetkarının bana yapacaklarını izleyip bundan haz duyacak olan putun yanından geçme cüretini gösterdim ve hemen arkasında bulunan kapısız eşikten geçtim. Bu oda daha da garipti: İçerideki ufunet sis halini almış, buharlaşmış, havada eser olmuştu adeta. TAK sesi bir kez daha geldiğinde zemin ıslak olmasına rağmen adımlarımı olabildiğince hızlandırmak zorunda kaldım. İçeride kimisi yerde üst üste yığılmış, kimisi ise masalara yatırılmış, üzerinde çalışılmakta olan cesetler vardı. Masaların yanındaki kovaların içindekiler ve etrafta duran aletlerden anlaşıldığı üzere bunlardan erkek olanlarının cinsiyetleri değiştiriliyor, Kahn’llyk’ın şeytanının sapkın ve iğrenç emellerine alet edilebilmeleri için yine kendisi tarafından ustalıkla hazırlanıyordu ve belli ki kıyafetleri giydirilmeden önce deneme amaçlı tecavüze uğruyordu. Koluma baktım, yanma ile birlikte benim de cildimde ince şeritler şeklinde kararmalar vardı. Bileğimden daha büyük dertlerim vardı. Büyük kazanlara tutunarak ilerledim; bu cesetler dışarıda da gördüğüm kazanlardaki sıvılar ile kaplanıyor, bu sıvı kuruduğunda sertleşiyor ardından sarının farklı tonlarına boyanıyor ve giydiriliyordu. Sonra da bir figüran gibi, aynı şiirde okuduğum gibi, bu cehennemî tiyatroda konumlandırılıyorlardı. Odanın tam ortasında içini cesetlerden akan sıvıların doldurduğu küçük bir ters kubbe vardı. Bu küçük süs havuzunun etrafında ustalıkla işlenmiş ışıltılı bir tanrıya tapınıldığını betimleyen Helenistik tarzda enfes işlemeler, buranın bana normalde kral veya ailesinden önemli bir kimsenin dairesi olduğunu gösteriyordu. Havuzdaki kan, safra ve irin durağan bir yapıda değildi. Biraz yaklaşıp baktığımda bunun sebebinin içinde gezinmekte olan amfibiler olduğunu gördüm. Kahn’llyk ile aynı panteona mensup, dünyaları yutan dev kurbağa Meshk-alâm’a adanan kurbanların parçalanarak kurbağalara yem edildiğini işitmiştim. Bir adım geri attığımda duyduğum TAK sesi ile birlikte ise arkamdan kapattığım kapının ve kollarının arasındaki mızrakların kırıldığını duydum. Sızlanmalar ve homurdanmalar eşliğinde ilerliyor, buraya geliyordu. Mabedine girmiştim, onu daha da sinirlendirmiş olmalıydım. Benden hızlı olmalıydı, çünkü çok zorlanmaya başlamıştım.
Güç bela kendimi bu habis nekrofili fabrikasından dışarı attığımda karşıma çıkan üç kapıdan ortadakini seçtim. Sarayın kütüphanesine gelmiştim. İşte o anda yaşananları daha fazla kaldıramadım, yere yığıldım. Gördüklerimi, maruz kaldıklarımı, duyduklarımı zihnim işleyemez haldeydi. Yaratık ağır ağır ilerliyordu. Düştüğümü duymuş olmalıydı. Eşikten geçti. Boyu bana daha uzun geliyordu şimdi. Dua etmeye çalışsam da çenem kilitlenmişti. Bacaklarımı hissetmiyordum, bileğim daha da yanıyordu. Konuşmaya çalıştım fakat yalnız zebanimin ayaklarının dibine istifra etmeyi başarabildim. Heyula tepemde dikildi, ağır ağır üstüme kapandı, yüzündeki gülümseme burnunun altından başlayıp kulaklarına kadar geliyordu. Pençe gibi elleriyle beni yakalarımdan tuttu, havaya kaldırılıyordum. G örüşüm aniden kararırken “KGE-LYNN” dediğini duydum…
Uyandım. Dünya’da, karımın yanında uyandım. İnanın bana saatlerce kollarımın ve bacaklarımın titremesine mâni olamadım. Kararmış bileğimi defalarca yıkadım, kendimi rahatlatmak için bildiğim tüm duaları ettim fakat nafile… Şiirde anlatılan kişi ile tanışma isteğimin gerçekleşmesi adına zamanda geriye gönderilmem Tanrı’nın bana oynadığı çok ironik bir oyundu anlaşılan. Bu yüzden insan heykeltıraşına o şiiri yazan kişinin kim olduğunu hiç merak etmiyorum ve asla da öğrenmek istemiyorum. Tekrar uyuduğumda kendimi o lanetli şehirde, tam bayılıp kaldığım yerde, Kahn’llyk’ın seçilmişinin önünde bulacağımı bildiğimden, sıcak yatağımda, eşimin yanında, bu dünyada ölmeyi seçiyorum. Öldüğümde cennete gitme ümidini ise ruhum gibi içimde taşıyorum.
Elveda…
Lanet olsun sana, Kahn’llyk! Sen ve inananların, sonsuz acılar içinde, asla sona ermeyen bir uykuda, düşlerin en karanlık çehrelerinde hapsolacaksınız! Zal-Takkath’ın gazabı, sizin için bir son olmayacak, çünkü onun laneti müebbet bir azapla sizi çevreleyecek! Size lanet olsun, hain iblisler, Kahn’llyk’in hizmetkarları size lanet olsun! Sanat dediğiniz bu garabet ile birlikte en derin kum okyanuslarına gömüleceksiniz! XAL THA-ABBRAX AGHMAAB! XAL MEGH-AAB! SHU-ENN GHA XSAH MAA…”
Elbette ki kimse bu yazılanların kendi halinde bir mutemet olan Ruhi Sarıoğlu’nun intiharının arkasında olduğuna inanmazdı; zaten bu rüya güncesi alıntısı okunmuş olsa dâhi deli saçması denilip geçilecekti ve Ruhi Bey’in aslında mükemmel durumdaki psikolojisi lekelenerek, sanki ölümüne sebep verdiği sonucuna varılacaktı. Neyse ki böyle olmadı ve uyku duvarının ötesinde yaşanan şeyler sonsuza dek saklı kaldı. Sebebi anlaşılamayan intihar vakası yerel basında birkaç gün yankı uyandırmış olsa da, Zaroth’Keth ve onun başına gelen felaket gibi, bir süre sonra unutuldu, gitti…